Yazarlar ve yazıcılar...

Günümüzde artık yazma hakkından kuşku duymayan hiç kimse yazar olamaz …

Bu söz, geçen yüzyılda Elias Canetti (1906-1994) tarafından söylenmiş. Hemen belirteyim ki, cümledeki ‘olamaz’ sözcüğü bir gerekliliği, Canetti’nin inanmak istediği bir ilkeyi dile getiriyor – yani: Yazma hakkından kuşku duymayan hiç kimse yazar olmamalı anlamında.

Peki ama, nasıl bir uğraş bu, yani yazmak? Başka deyişle, bu uğraştan iseniz eğer, hem yazacaksınız, hem de her yazdığınızın karşısında kalemin ucundan çıkar çıkmaz kuşkuyla duracaksınız!

Nedir ‘yazma’ eylemini yazar açısından bunca ağır bir sorumluluk ile kuşatan? Öyle ağır bir sorumluluk ki, biraz yukarıdaki ilkeyi kâğıda dökmüş olan Canetti’ye göre, bilincine varılamadığı ya da varılmak istenmediği takdirde, kendini ‘yazar’ sayanı bir anda bu kimliğinden ve niteliğinden bir anda yoksun kılıp, onu bir ‘yazıcı’, yani kâtip konumuna getiriveriyor.

‘Yazar’ ile ‘yazıcı’ arasında bu anlamda ilk kez bir ayrım yapan da yine Canetti. Ona göre yazılı kültür tarihinin akışı boyunca birileri, üstelik kendilerini hep ‘yazar’ diye nitelendirmelerine rağmen, aslında birer yazıcı olmanın ötesine geçememişlerdir, çünkü hiçbir zaman inandıkları herhangi bir gerçeğin sözcüsü ya da savunucusu olamamışlardır. Bu kişiler, sözde ait olduklarını söyledikleri uğraşın, yani yazarlığın dolandırıcılarıdır.  İster herhangi bir edebiyat türünün yazarı olsunlar, ister köşe yazarı – uğraşlarında hep dolandırıcı olarak kalırlar.

Sözcüklerin evrenindeki dolandırıcılıklarını gerçek olmadığını bildiklerini okurlarına birer gerçek diye yutturma çabalarıyla icra ederler. Evet, kimi zaman böylesine kasıtlı davranmadıkları da olabilir. Yani uğraşı yazmak olan biri, herhangi bir yazdığının gerçeğin kendisi olduğuna bir yanılsama sonucunda da inanabilir. Ancak gerçek bir yazarın böyle yanılsamaların kurbanı olduğuna yazı alanında çok ender rastlanır. Ve böyle bir duruma maruz kalanlar, yanıldıklarını anladıklarını anladıkları anda bunu itiraf etmekten, ayrıca okurlarından da özür dilemekten asla kaçınmazlar.

Ancak, çok önemli bir nokta olduğu için yinelemek zorundayım: Gerçek yazarların böyle yanılgıların kurbanı olmaları çok enderdir.

Öte yandan kimileri de – özellikle köşe yazarları arasında – vardır ki, neredeyse bütün yazarlık ömürleri türlü yararlar uğruna yanılgıdan yanılgıya ve okurlarını yanıltma çabaları arasında geçmiştir.

Yaşadığımız bu dönemde işte böyle dolandırıcılara ve onların ‘yanılmışız, görememişiz, anlayamamışız!’ tarzındaki özür dileyişlerine çok, ama çok dikkat etmemiz gerekiyor. Çünkü bir yazarı gerçek bir yazar kılan birincil görevi, gerçeklerin izini sürmek ve bu yoldan hiç ödün vermemektir.

Bu bağlamda yıllarca sürmüş, daha doğrusu sürdürülmüş bir tutum, uzun vadede kimseyi bir gaflet olduğuna bile inandıramaz !

İşte bu nedenle, yaşadığımız bu zaman parçasında sayıları gün geçtikçe artan ‘yanılgı kurbanları’(!) karşısında çok dikkatli olalım, yanılgı ile gerçeklere ihanet etme eylemini asla birbirine karıştırmayalım, ve böylelerine kulağa belki kaba gelebilecek şu soruyu yöneltmekten bile kaçınmayalım: Kaç PARAYA veya HANGİ MEVKİLER UĞRUNA yanıldığınızı hatırlıyor musunuz ?