Yasemin Eğinlioğlu’nun Caz Halleri’nde bilinçli yaşam doğaçlaması

Yasemin Eğinlioğlu’nun “Caz Halleri” kitabını bir kuşağın yazısı ve yazgısı olarak okudum. 1950’lerde çocukluğunu, 1960’larda gençliğini yaşayan kuşak. Dünya çapında tarihe adını yazan ender kuşaklardan biri; 68 Kuşağı diyoruz.  DP diktasında çocukluğunu yaşayan bu kuşak, 27 Mayıs’ın getirdiği hürriyet’in açtığı yoldan yeni bir Türkiye’ye yürüdü. Coşkusu, umudu, sevinci yüksek bir kuşaktı, isyanı dağlara vurdu.

Kitabından öğrendiğimize göre, Yasemin Eğinlioğlu bu kuşağın uçlarında değil, ortalarında dalgalandı. Babası subaydı. Şanslıydı, eve bir piyano gelmiş ve dönemin en önemli hocalarından ders almıştı. İstanbul’un, rantiye düzeni kıskacında yıkımı başlamış olsa da henüz top oynayacak arsalarını, uzak mahallelerdeki dut bahçelerini bütünüyle kaybetmemişti. Denizinde yüzülebiliyor, yazlık sinemalarında çekirdek çitlerken film seyredilebiliyor, mahallelerinde komşularla selamlaşılabiliyordu.

Yasemin Eğinlioğlu, yaşama sımsıkı sarılan haşarı bir çocukluğa uyum ve denge kazandıran piyano eşliğinde böyle bir İstanbul’da büyüdü. Yazları annesinin memleketi Niğde’nin Bor’unda değirmen arklarında yüzecek, komşu bahçelerden meyve aşıracak ölçüde doğayla içli dışlı oldu. Üniversite yıllarında 68 coşkusunun içinde buldu kendini. Okumayı seviyordu. Lise yıllarında klasikleri okumuş, özümsemişti. Üniversitenin üniversite, hocaların hoca olduğu yıllardı, Hukuk Fakültesinde eğitim gördü. Yetmişli yıllarda avukatlığa başladı. Evlendi, çocukları oldu.

HUKUK, MÜZİK VE EDEBİYAT

Piyano çalmayı hep sürdürdü, avukatlığının yanında, olabildiğince müzik sanatçısı özelliğini geliştirip korumayı başardı. Birçok konser verdi. Adliyelerde avukatlığı sürdürürken, Baro’nun düzenlediği açılışlarda piyanosuyla sahnedeydi.

Yasemin Eğinlioğlu, olgunluk çağında yaşamında üçüncü bir yol açtı, yazarlığa başladı. Yaşamöyküsüne dayalı Derinlik Deliliği kitabını 2013’te yazdı. Hayatının romanını yazmıştı, onu hayatının öyküleri izledi: Hangi Melek Dinlemez Şeytanını. Yazarlıkta da piyanodaki kadar kararlı ve usta olduğunu kanıtlayan çalışması ise, bir söyleşi kitabı olan Caz Halleri oldu.

Yasemin Eğinlioğlu’nun, Tolga Meriç’in çözümleyici sorularının doğurduğu yaşama ilişkin değerlendirmelerinde, kuşağının eleştirel ve iyimser dünya görüşünün izdüşümünü buluyoruz. Bu kuşağın tipik insanının hiçbir engel ve güçlük karşısında pes etmeyen, yaşama akılcı bir yöntemle yaklaşan, birey ile toplum arasındaki çelişkili birliğin bilincinde bir kişiliği vardır. Yasemin Eğinlioğlu’nun Caz Halleri’nde böyle bir insanın yaşama ilişkin gözlemlerini, sorgulamalarını ve çıkarımlarını okuyoruz.

Caz Halleri’ni, sıradan bir söyleşi kitabından ayıran özel bir kurgusu var. “Gözler” bölümü ile başlayıp  “Rutin ve Ritüel” ile devam ediyor. “Yalnızlık” bölümünü “Zihnin Hiç ve En Halleri” izliyor. Yasemin Eğinlioğlu, bu kurgudan da anlaşılacağı gibi, kitabında yaşamı belli kavramların ekseninde sorguluyor. Yaşamda “gözler” onun için ne anlama geliyor? Gözler’in insan için belirleyiciliği nedir? Yaşam gözlerde nasıl parıltıya veya banknot donukluğuna dönüşüyor? Bunlar ve benzeri soruların izinde, Caz Halleri’nin bu bölümünde gözlere ve insana ilişkin yeni şeyler öğreniyoruz.

İnsan için en büyük yıkım, iradesinin hiçe sayılması, özne niteliğini ortadan kaldıran ve nesneleştiren koşullara mahkûm edilmesidir. Yasemin Eğinlioğlu, bunu, tahakkümcü insan gözlerinin bakışlarında yakalıyor: “Görmezden gelen, hatta görmeyen, küçümseyen, kıskançlığının gücünden korunmak için nazar boncuğuna ihtiyaç duyulan, insana istenmediğini hissettiren ya da bakılanı yalnız bırakan gözler…”[1]

RESTORANDA OTURDUĞU MASAYI SEÇEMEMEK

Yasemin Eğinlioğlu, kocasını genç yaşta kaybetmiş ve iki küçük kızını tek başına büyütmüş. Onlar da müzisyen olmuşlar. Büyük kızı ABD’ye yerleşmiş, orada evlenmiş. Bu vesileyle yaşam coğrafyasına ABD’yi de ekleyen Yasemin Eğinlioğlu ikinci evliliğini bir ABD’liyle yapmış. Caz Halleri, yaşama estetik bilinçle ve eleştirel bakabilen bir yazarın eseri. Kitabında en ilginç eleştirel gözlemlerin bir bölümü ABD yaşamından.  “ABD’de bu konuda şaşkına döndüğüm rutin bir kural var. İnsanlar restorana adımını atar atmaz kendilerini karşılayan garson kızın peşinden onun seçeceği masaya doğru kurbanlık koyun gibi ilerleyip bir güzel oturuyorlar. Hâlbuki bir sürü alternatif çıkıyor karşılarına onu takip ederken.” (s.28) Yasemin Eğinlioğlu gittiği restoranda oturacağı masayı hep kendi seçiyor. Ormanda yürüyüş yapıyorsa yoldan çıkmayı, ağaçlara dokunmayı, toprağa bulanmayı ihmal etmiyor. Sabah uyanır uyanmaz ilk işi pencereleri ardına kadar açmak ve sokağın seslerini duymak oluyor. Yaşamın sorgulanmadan kabul edilen kalıpların içine sıkıştırılmasına itiraz ediyor. Buna “rutin” içinde donuklaşmak dese de alışkanlıkların yararını da görmezden gelmiyor. “Sıhhatim için rutine, yaşamı derinden hissetmek için renge ve ritüele ihtiyacım var.” (s.30) Ben buradaki renk ve ritüel bileşkesini estetik bir yaşam olarak anlıyorum. Zorunlulukların sıradanlaştırdığı ve donuklaştırdığı yaşamı güzelleştirecek sanatsal katkı ya da yaşamı alabildiğine kucaklayan bir zengin kültür…

Aşk da yaşamdaki en doyumsuz yaratıcılık olarak bütün rutinleri parçalayarak doğmuyor mu?

DİNSEL BAĞNAZLIĞIN KARANLIK GİRDABI

Dinsel bağnazlığı sorgularken, Yasemin Eğinlioğlu yalnızca İslamiyet’le sınırlı kalmıyor ve Hıristiyan yobazlığının çirkin yüzünü de gösteriyor. “Kilise papazları Amerikan filmlerinde gördüğümüz gibi evlerin içindedir. Sanırım içlerinde psikoloji eğitimi almış olanlar da var. Fakat neticede hepsi, az önce söylediğim gibi, evliliklerdeki bütün problemlerin çözümünü ‘İsa’yı sev’ düsturunda bulurlar. (…) O kadar rutin ve sevgisiz ki öneriler, orada her çift aynılaşıyor. Karanlığa ve girdaba çekiliyorlar. Kurban olmayı seç, İsa’yı sev; birbirinizi sevmenize gerek yok.” (s.56) ABD’de evleri sokağa kepenklerle sımsıkı kapatan pencerelerde kararan yaşamı, kilisenin buyurgan müdahalesi daha da koyulaştırıyor. “ABD’de sual soramazsın. Enteresandır bu. Mesela din beni çok ilgilendiren bir sualdir” (s.113) diyen Eğinlioğlu’nun bu gözlemlerden damıttığı çıkarım, yobazlığın kuşattığı bütün insanlık için geçerli bir doğrudur: “Dinin rutininde yaşamaya alışan bu insanlar gelişmezler. Din kitapları dışında kitap okumamaya başlarlar.” (s.56) Buradan, haberlerde her gün yeni bir örneğini duyduğumuz korkunç bir şiddet doğuyor.

Caz Halleri için 68 Kuşağı’nın yazısı demiştim; umudu hep yükseklerde bir kuşaktı bu. Kırmak için düzenin darbe üstüne darbe tezgâhlaması gerekmişti. Yalnızlık kapısını açarken Yasemin Eğinlioğlu sözü umuda getiriyor: “Bu büyük ve tuhaf yalnızlık karşısında umutlarımızdan bile şüphe edecek hale geldik.” (s.65) Sistemin nesneleştirdiği, toplumsallığından çıkararak sürüklenen çakıltaşlarına benzettiği, ekran bağımlısı yalnız insanın gözleminden çıkan bir kuşkunun dile gelişidir. Karanlık gerçek karşısında ne kadar örselense de, şairin dediği gibi, “umutsuz yaşanmıyor.” Yasemin Eğinlioğlu, yalnızlığın diyalektiğini kuruyor ve sevgiyle, estetik yaratıcılıkla umuda açılan pencereleri gösteriyor. Gerektiğinde “Yalnız olmayı bilmemek sığlıktır, beceriksizlik ve sıkıcılıktır. (…) Çünkü fazla dürüst ve çıplak olduğunuzda sizi acımasızca yalnız bırakırlar. Gerçek tektir, kışkırtıcıdır ve yalnızdır çoğunlukla. Örtülü yaşamlar arasında yaşayamaz. Nefes alamaz, gelişemez.” (s.86) Gerçek yolunda yalnız kalmayı göze alamayanlar kalabalıklar içinde sürüklenerek sürüleşirler. Sürüdeki tekin yalnızlığı başkadır ve insanlığı kurutucudur. Günümüz insanının sevgisiz yalnızlığı da biraz buna benzer. Çünkü sevgi niteliktir ve piyasa toplumunda geçerliliği kalmamıştır. Yazar, “Tehlikeli olanı, sevgiyi seçtim ve o yolu değerlendirdim.” derken, piyasa değerlendirmesinin dışına çıkmayı göze aldığını anlatıyor.

İRONİK DEĞİL, PRATİK BİR KUŞAK

Yasemin Eğinlioğlu, cesur bir insan.

Kitabında kuşağının yazısını ve yazgısını okuduğumu söylerken buraya şu sorulara yanıt arayarak gelmiştim: Yasemin Eğinlioğlu, Derinlik Deliliği’nde bir bölümünü yazdığı çok trajik olaylar yaşadığı halde, umutsuzluğa düşmeden, melankoliye kapılmadan, neşesini yitirmeden nasıl ayakta kalabildi? Yazdıklarında akılcılığı ve iyimserliği her koşulda temel alabilmesini sağlayan neydi? Yaşama budünyacı bir perspektifle bakıştan ödün vermekten, küçük burjuva ufkuna inmekten, “burası bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” benzeri sığ genellemelere kapılanmaktan nasıl korundu? Bu soruların cevabını yazarın kuşağında buldum. Melankolik, edilgin bir kuşak değil, neşeli ve eylemci bir kuşaktı bu; yazar onlardan biriydi.

68 Kuşağı, akıntıya karşı, sözle, tersinlemeyle avunmaya çalışmıyor, ortaklaşmayla, güçlerini birleştirerek Zap suyuna köprü yaparak eylemli çözüm üretiyordu.

En önemlisi, bu kuşak ironik değildi. Yaşamı ciddiye alıyordu ve kendine güvenini lafta değil, eylemde bulan bir kuşaktı.

Yasemin Eğinlioğlu’nun Caz Halleri’nde bu tavrın yansımalarını bulmuştum. “Çünkü hayatı ti’ye almadım; ciddiye aldım. Ama içten gülmeyi de ihmal etmeden…” diye yazıyor. Çünkü neşesini yaşamdan ve eyleminden çıkaran ciddi bir kuşağın üyesiydi de ondan diyebiliyorum.

Genellikle dil ve anlatımı beğendiğim Eğinlioğlu’nun Caz Halleri’nde bu kuşağa pek yakıştıramadığım bazı eski sözcüklere rastladım. Sözgelimi “sual” sözcüğü. Seksenlerde İktisat Fakültesi’nde hocamızdı, gericiliği AKP’den tescilli Nevzat Yalçıntaş, derste soru sorduğumuzda, “Sual yok, sual yok!” derdi. Caz Halleri’nin bölümlerinden biri, “İnsanı Deli Eden Suallerim” başlığını taşıyor ve içeriğine uymayan bu eski sözcük, Eğinlioğlu’nun müzik dünyasından bir benzetmeyle söylersek, akordu bozuk bir tuşun çıkardığı ses gibi kitabın ritmini bozuyor.

NOTASI SÖZCÜKLER OLAN CAZ

Yasemin Eğinlioğlu edebiyat üzerine de çok ilginç gözlemlerde bulunuyor. Günümüzün yeni yazarları için şu eleştirisine katılmamak elde değil: “Dünyaya söyleyecek sözü, doğru dürüst bir yaşam birikimi olmadan, hatta kendini bile tanıma cesareti gösteremeden yazmaya çalışanlar çoğaldı.” (s.140) Piyasa bu türden yazarı destekliyor. Uyduruk kitaplarını yayınlıyor, metalaştırıyor  ve bayağı bir edebiyatı geniş kitlelere okutuyor.

Yasemin Eğinlioğlu, geç başladığı yazarlığında, trajik yaşamından çıkardığı deneyimlerin, eleştirel bakışının, gözlem gücünün katkısıyla yaşama ilişkin yeni şeyler söyleyen bir edebiyat oluşturmayı başarıyor. Bizi sıradanlığa ve yabancılaşmaya sürükleyen duyarsızlıklarımıza eleştirel darbeler indiriyor. İçinden çıktığı kuşağın aydınlanmacı bakış açısını özümsemiş olarak yaşama bakışımıza iyimserlik ve umut tohumları ekiyor. Bu başarısında çocukluktan başlayarak içli dışlı olduğu müziğin, piyano ustalığının kazandırdığı bütünlük, uyum ve ritim duygusunun da elbette katkısı olmalı.

Yasemin Eğinlioğlu, kitabına çok güzel bir ad vermiş; Caz Halleri’nde, yaşam üstüne gözlemlerinden damıttığı, nota yerine anlamlı sözcükleri kullandığı uzun bir doğaçlama caz konseri veriyor.


[1] Yasemin Eğinlioğlu, Caz Halleri, Cinius Yayınları, 2017, İstanbul, s. 22.