'Yaşasın Cumhuriyet' ya da 'yazdıklarım kalabalıktaki yalnızlığımdır'…

Her yazının bir yazanı vardır…

Yazanı onu okunsun diye, paylaşmak çabasıyla yazar…

Yazılır da…
Oysa kapısını çalanının, bir göz atanının, çıkmama ihtimaliyle de yazılar ne denli maluldür…

***

Yani nasıl da bir yalnızlık ve kimsesizliktir yazmak;
Okuyucu deryasının, kalabalıkların ortasında…
Üşümek gibi,
Bakıp da görmemek kadar kör, sağır bir sessizlik gibi…

***

Hançerenin tüm avazıyla bir çığlık olup,
Sonra kanadı kırık bir kuş gibi, havada dönerek yere düşmek…
Veya suda iz bırakmayan bir balık gibi derinliklerde kaybolup gitmek…
Yani ve neredeyse kader gibidir çoğu zaman, meramı kelama dökememek…

Ne yazılmalı diye sancılara durmak,
Sözü gediğine oturtma çabalarının acılarına dayanmak…
Ve belki de ne yazdığından, ne söylediğinden bağımsız…
Okuyanın ne anladığı, nasıl anladığı ya da ne anlamak istediğine içkin, bir kuru gürültü ve burun kıvırmasına razı olmak…

Muhtemeldir ki, bu yazının kaderi de bundan pek farklı olmayacaktır…

***

Oysa ve lafı eğip, bükmeden
Şimdi ve bir defa daha, her zamankinden daha da gür bir sesle…
Tam da “Yaşasın Cumhuriyet” demek zamanıdır…

Ve bu yazı, sadece bu yalınlığı, bir defa daha paylaşmak için yazılmıştır.

***

Kuşkusuz beğenmeyeni, onu “geç dönem bir burjuva devrimi” diye eleştirmeye devam edebilir.

Böyleleri varsa, kendi hesabıma hak falan verecek değilim…

Yani beğenmediğini, daha da aydınlığa taşımak için yerinden kıpırdamıyorsan, her türlü bahane üretmeyi, hareketin önüne koşuyorsan…
Cumhuriyet yıkılsın isteyenlerin, bunun için çabalayan yeni gericiliğin değirmenine, ataletinle su taşımaya ve yedeklenmeye devam edebilirsin.

Çökertildiği neredeyse mutlak olan, yakında enkazı da süpürüldüğünde, köşesinden “yetmez ama” diyenlerin eleştireceği bir Cumhuriyetin kalmamasına artık ramak bile kalmamışken…
Mesele, oturulan yerden burun kıvırmak değil,
Mesele, bu memlekette artık yaşanmaz nidasıyla, tez elden kirişi kırmak ve kapağı asude bir dünya coğrafyasına taşıma hülyalarına dalmak…
Mesele, çaresizlik ve umutsuzluk üreterek kendi günahına etrafındakileri de ortak etmek…
Hiç değil…
Sapına kadar ülkenin, kendinin ve halkın geleceğine sahip olup…
Cumhuriyetin ırzına geçenleri girdikleri deliklerden söküp atmak gerektir.

***

Kısacası, beğenilmeyen Cumhuriyetin bekasına sahip çıkıp, o Cumhuriyeti, artık hürriyetin emekçi tulumlarıyla dolaştığı güneşli bir dünyaya taşımak için daha çok çabalamak gerekmektedir…

***

Burada yeni gericiliğin ve karşı devrimciliğin örneklerinden çeşitleme yapacak değilim.

Onu yaşayarak öğreniyoruz ve hayat öğretmeye devam ediyor…

***

Memleketin geldiği bu kıyıda, elini taşın altına sokmamanın, yüreği güneşe koşmamanın tüm suç ve bahanesini, gericilik sırtına yükleyip işin içinden sıyrılmaya çalışanların…
Kısacası o derya içinde olup da yaşadığı, yaşayacağı deryanın farkında olmayanların…
Ve sonra Cumhuriyet idealine, burjuva devrimi demiyle burun kıvıranların, kabul etmeyecek olsalar bile, bugünkü gidişatta pay sahibi olduğunu söyleyeceğim…

***

Yani bu ülkede “barış” lafı, ağızda çiğnenen bir geviş lokmasının ötesine geçemiyorsa,
Yani hem bir yandan kardeşlikten dem vurulurken, hem de ahali, birbirinin boğazına, birbirini yok etmek için sarılabiliyorsa…
Yani eşitliğin, üst üste çizilen kısa iki çizgiden ibaret bir simge olmadığının farkına ve gerçek anlamına varılamıyorsa…
Yani aydınlanmanın bir elektrifikasyon işi ve evde yakılan ampuller olduğu zannedilmiyorsa…
Yani söz de değil, özde seküler bir toplum ve laik bir rejimi olmazsa, beğenilmeyen “geç burjuva devrimi bir Cumhuriyet’in” bile yaşayamayacağı görülemiyorsa…
Yani “kurtuluş yok, tek başına; ya hep beraber, ya hiç birimiz” tümcesinde yer alan sözcükleri, bir sloganın tek tek parçaları olmaktan kurtarmanın ve bütününü hayatın kendisi haline getirmenin bir yolu bulunamıyorsa…

Artık geldiğimiz nokta, “örtü ki ölem” eşiğidir… 

***

İşte tam da o nedenle, “Haziran”, bu ülkede umudun ve iradenin ve yaşama tutunmak istemenin nasıl bir soluğu olduysa…
Yeniden barışın…
Yeniden kardeşliğin…
Toplumsal eşitliğin,
Ve onun bezemeleri olan aydınlanmanın, laikliğin,
Kısacası, bunların tümünün bir arada, tohumun toprağa durduğu gibi yeşereceği bir Toplumcu Cumhuriyetin…
Kurabilmesi, daha da ötesi, irademizle kurulması için, şimdi ve en gür sesimizle, bu 29 Ekim’de de bir kez daha “Yaşasın Cumhuriyet” demeliyiz…

Ve bulunulan yerden başlamak için “haydilerle” toplumsal kurtuluşa bir defa daha adımızı nakış gibi işlemeliyiz…

Öyleyse ve ilkin, “Yaşasın Cumhuriyet; Yaşasın Toplumsal Kurtuluş”…