Yargının seçimleri

Anayasa’nın 26 maddesinin oylandığı 12 Eylül 2010 referandumunda esas olarak HSYK’nın ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısının ve işleyişinin değiştirilmesi hedeflenmişti. 

Referandum sonrasında da yargıda yeni bir yapılanmaya gidilmiş, bu tarihten sonra muhaliflerin yargı yolu ile tasfiyesi otomatik bir mekanizmaya dönüşmüştü. Artık uygun görülen kararların alınması için, uygun mahkemelere uygun yargıçlar atanmakta, uygun bulunmayanlar ise yeri geldiğinde cezalandırılmaktadır. Yeni HSYK’nın oluşumundan bugüne kadar binlerce savcı ve hâkimin görev yerinin değiştirilmesi bile bu değişikliğe neden ihtiyaç duyulduğunu göstermektedir.

Ancak AKP ile cemaat arasındaki ortaklığın sona ermesi, özellikle 17 Aralık operasyonu sonrası taraflar arasında açık bir çatışma halinin yaşanmaya başlaması ile HSYK’da bir “iktidar boşluğu” oluştu. Bu boşluk var olan dengeler üzerinden, taraflarca doldurulamadı. 
Politik davalarda yaşanan tahliyelerde bu döneme rastladı. 

Şimdi, Ekim ayında bu HSYK’nın seçimleri var. 

Taraflar kendi ağırlıklarını oluşturma çabası içerisindeler. AKP doğrudan Adalet Bakanlığı eli ile çalışmasını yürütüyor. Bunun yanında, seçimlere ortak bir liste ile giren YARSAV ve Yargıçlar Sendikası soldan bir ağırlık oluşturma çabasında. 

Sonbaharda il barolarında da seçimler var. 

Barolar yargının teslim alınamayan ayağı olan savunmanın örgütleri. Evet, savunma teslim alınamadı. Ancak kabul etmek gerekiyor ki, dağınık bir halde. 

Teslim alınamadığı için etkisiz hale getirilmek istenen, bu nedenle geçtiğimiz dönem iktidarın ağır saldırılara maruz kalan avukatlar bu seçimlerde de bir kez daha örgütlerini nasıl konumlandıracaklarını ve nasıl örgütleneceklerini tartışacaklar. 

Kendi sınırları içerisinde, bu nedenle etkisi sınırlı bir konumlanışı mı tercih edecekler yoksa toplumsal muhalefetin içinde devinen etkili bir konumlanışı mı? Sol bu tartışmalara da ağırlığını koyma çabasında olacak. 

İki ayrı kulvarda yol alan her iki seçimin sonuçları tartışmasız önemli. 

Geçtiğimiz hafta yazdığım üzere; Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi ile birlikte girilen “yeni evre”de, hukuk alanında bir kez daha şiddetli mücadelelerin yaşanacağının işaretleri görülmekte. 

Anayasa’yı ihlal etmenin ‘Yüce Divan’lık’ bir suç olduğu herkes tarafından bilinmekte. AKP iktidarı tarafından bu suçun defalarca işlendiği de. Vatana ihanet suçlamasına ilişkin ise ciddi bilgi ve belgelerden bahsedilmekte…

Yalnızca bu örnekler dahi, savcıların hiçbir ihbara gerek duymadan resen soruşturma başlatmalarını zorunlu kılmakta. Bugün buna cesaret edebilecek bir savcının olmamasından öte, değiştirilen HSYK yapısı ile birlikte böylesi olasılıkların tümden uzaklaştırıldığı da açık.  

Ancak AKP’nin ‘anayasal suç’ işlediği söyleniyorsa, bu suçların takipçisi de olunmak zorunludur. 

Keza, Anayasa, Başkanlık rejimi ve idari yapı gibi tartışmalar yakın dönemin canlanacak başlıkları.

Tüm bunların işaret ettiği ise toplumun adalet talebi ve bu talebin güçlü bir şekilde örgütlenme ihtiyacıdır.

Öyle ise bu seçimler iki ayrı kulvardan gitmemekte, tek bir kulvar bulunmaktadır.

Hakim, savcı ve avukat örgütlenmeleri bugüne kadar birbirlerinden kopuk, dağınık ve parçalı bir şekilde hareket etmeyi tercih etmişlerdir. İşin aslı, birlikte hareket etmeye dair de çok az kişi söz söylemiştir. Nedense akıllarda birlikte hareket etmek yoktur. Oysa bu gerçek bir ihtiyaç olarak herkesin önünde durmaktadır. Tüm bunlar bir yana, önümüzdeki süreçte ortak bir zeminde birlikte hareket edebilme şartları yaratılmalıdır. 

İlerici, yurtsever güçlerin yargıya dair çözüm önerileri “yeni bir ülke/yeni bir cumhuriyet” tahayyüllerimizle buluşmalıdır.