Yansıyan gerçeklik

Biyografik romanlar sevdiğim kitaplar arasında. Şimdi diyeceksiniz ki senin sevmediğin bir tür var mı? Evet, okumayı bir eylem olarak seviyorum ama biyografik romanlar ve anılar kimi zaman özellikle okuma gereksinimi duyduğum türler arasında. Genellikle bir konuda teorik okumaların arasına böyle bir kitap sıkıştırmak çok iyi oluyor; hem biraz düşünme molası sağlıyor hem de daha önemlisi, okunan teorik metinlerin yaşamdaki yansıması görülebiliyor. 

Gerçek kişileri roman kurgusu içinde anlatan bu metinlere "non fiction fiction" (kurmaca olmayan kurmaca) dendiğine de rastladım. Zaten sorun da bu kurmacadan kaynaklanıyor. Beklenen, biyografinin nesnel bilgisiyle romanın öznel kurgusunun yoğrulmasıyken bu tam olarak gerçekleşemiyor ve ortaya genellikle ne tam bir roman ne de tam bir biyografi olan yapıtlar çıkıyor. Bu yargımda iddialıyım; birçok iyi edebiyatçının biyografik romanları asla diğer yapıtları düzeyinde olamıyor. Örnekse Oğuz Atay. Sanırım burada tanıdıkları hatta yakın ilişki içinde oldukları ve genellikle okurların da tanıdığı kişilerin iç dünyalarına girme cesaretini (belki de hakkını) kendilerinde bulamamaları söz konusu. Elbette çoğunlukla sevilen kişilerin biyografileri yazıldığından yazarların da nesnel olamaması ayrı bir faktör olabilir. 

Bu noktada benim gördüğüm en önemli sorunla yüz yüze geliriz: Anlatılan olayların doğruluğundan ne kadar emin olabiliriz? Hemen yanıtlayayım, bence başka bir kaynaktan doğrulatamıyorsak asla! Çünkü yaşamın gerçeğiyle romanın gerçeği arasında fark vardır; çünkü romanda yazarın bakış açısı, olayları yansıtması devreye girmektedir. Yani yansıyan gerçekliktir biyografik roman. Doğrudan buradan alıntı yapamazsınız ama eğer kitap sizi etkilediyse beyin kıvrımlarınızın arasında kendisine yer bulur ve yıllar sonra sanki gerçekmiş gibi anımsayıp kullanabilirsiniz. Belki de en keyifli yanları yarattıkları böyle bulanık izlenimlerdir.

Tüm sıkıntılarına karşın yansıyan gerçeklik hem belirli bir dönem, mekân veya her ikisiyle ilgili günlük yaşamı yansıtırken kimi teorik bilgilerin yaşamdaki halini göstermesi, hem de önemsizce bahsettiği bir ayrıntı yeni bir okuma/araştırma sürecinin de başlangıcı olabilmesi benim için vazgeçilmezdir. Bu söylediklerimi kitaplardan örneklemeden önce bu tip kitapların arkasına albüm gibi çok sayıda fotoğraf eklenmesini çok gerekli bulmadığımı söylemeliyim. Nedense birçoğunda var.

Hasan Kulakoğlu Alamutlu Veli Ağa’da büyük dedesinin Kurtuluş Savaşı öncesi ve sonrası bir Ege köyündeki yaşamını anlatıyor. Olay Ege’de geçince, anlatılan da eşraftan birisi olunca ister istemez Yörük Ali Efe, Demirci Efe gibi halk kahramanları da anlatıya dahil oluyor ve onları tarih kitaplarındaki gibi değil de günlük yaşam içinde tanıyor okur. Önemli gördüğüm noktalardan birisi bu. Diğer örnekse Atatürk’e suikast girişiminden bahsedilmesi. Anlatılan İzmir Suikastı değil: Dağlarda Yunan adalarından gelen dört kişi çatışma sonucu yakalanır. Kitapta bu kişilerin suikast için geldikleri söyleniyor. Doğru mu, bilemiyorum. İşte bu kitaplar için başka bir kaynaktan doğrulanmaları gerekir derken kastettiğim bu.

Cumhuriyetle birlikte köy-kasaba yaşamındaki değişim de görülebiliyor Alamutlu Veli Ağa’da. Özellikle Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası’nın sadece ekonomik katkı olarak değil, aynı zamanda öğle tatili, işçi hakları gibi "yeni" kavramlarla insanları tanıştırması veya Sümer İlkokulu gibi çevredekilerden farklı, çağdaş eğitim kurumları olabileceğini göstermesiyle bir tür toplumsal kalkınma girişimi olarak değerlendirilmesi gerektiğini gösteriyor. 

Alamutlu Veli Ağa ile aynı coğrafya ve hemen hemen aynı dönemde annesinin yaşamını anlatıyor Prof. Dr. M. Tahir Hatipoğlu ilk romanı (veya uzun öyküsü) Hatça’nın Dünyası’nda. Nerdeyse yüz yıl öncesinde bile sıkıştırılmış bir Anadolu kadınının gerektiğinde nasıl cesur hamleler yapabileceğini göstermesi açısından ilginç bir kitap. Bu, işin öykü yönü ama bir de kitap boyunca arka planda akan, Cumhuriyet devrimlerinin köye nasıl gecikme ve aksama ile yansıdığı var. Bu açıdan arka arkaya okunduğunda her iki kitap birbirini tamamlar nitelikte. Her ikisinde de biraz olanağı olup biraz daha ileri görüşlü olanların, çocuklarını okula gönderme gayreti var. Bunları hep biliriz de bir de nasıl yaşandığını görmek için iyi bir olanak, yansıyan gerçeklik. 

Elbette bu okullar için öğretmen de gerekli. Gülten Başol, öğretmeni Nermin Yalçın’ı anlattığı Köy Enstitüsünde Bir Öğretmen isimli kitabında İzmir’in köklü ailelerinden Uşaklıgillerden başlayan bir yaşam öyküsü aktarıyor. Nermin Yalçın 1946 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Çifteler Köy Enstitüsünde coğrafya öğretmeni olarak çalışmaya başlar. Sonrasında Kızılçullu ve öğretmen okulları derken öykü tekrar İzmir’e döner. Adından da anlaşılacağı gibi, köy enstitülerinin öğretmen gözünden yansıması biraz da olsa farklılık yaratıyor.

Kitapta benim dikkatimi çeken başka bir ayrıntı oldu: “Bir gün Celal Bayar bizim okula gelmişti. Öğle yemeğini yemeden önce, yanında bulunan bir memuru yemeğini tadıyordu.” Her cumhurbaşkanına böyle mi yapılır, Bayar’a özel bir durum mu yoksa sadece belirli bir dönem mi, (belki de bir ihbar yapıldı) bilemiyorum.  Ama ne olursa olsun benim için öğrenmek ilginç olacak.

Sonuçta genç bir kentli kadın öğretmenin gözünden köydeki okulları izlemek ve Bayar ayrıntısını okumak… Benim açımdan kitap hedefini buldu demektir. Ancak 55 sayfalık bir fotoğraf albümünün eklenmesinin kitaba çok da katkısının olduğunu düşünmüyorum.

Başka bir öğretmeni, Kemal Kırlangıç’ı, ise çocukları Bircan Kırlangıç Şimşek ve Mehmet Eylem Kırlangıç Kemal Abi isimli kitapla anlatıyorlar. Kemal Abi sadece öğretmen değil, aynı zamanda sendikacı ve avukat. 1939 yılında Malatya Akçadağ treninde başlayan yaşamı 2012 yılında İzmir’de sonlanır. Bir bakıma Cumhuriyet Dönemi'nin özetidir Kemal Abi’nin yaşamı ancak yan gelip yatarak değil, haksızlıklara karşı savaşarak geçen. Kendisini tanıma şansım olmadı belki ama haksızlığa uğrayanların avukatı olarak namını İzmir’de duymamak olanaksızdı.

Öğretmen olarak ilk atandığı köy, ilginç bir rastlantı, Turan Dursun’un "Kulleteyn"de anlattığı köy. Dursun’dan birkaç yıl sonra gitmiş o köye. Kitaplarda isimler değiştirilmiş ama iki farklı bakıştan aynı köyü okumak farklı bir deneyim olabilir. Neyse, Malatya’ya atandıktan sonra Türkiye Öğretmenler Sendikasına (TÖS) üye olmasıyla birlikte devletin farklı bir yüzüyle de karşılaşmış ve sık sık açığa alınmış. Bu arada bilmediğim bir ayrıntı TÖS kongrelerinde Feyzullah Ertuğrul ve Fakir Baykurt arasında sosyalist-sosyal demokrat ayrımının veya en azından böyle bir algının olması.

Yine Malatya günlerinde, dinci gericilerin Malatya Adliyesinde görevli bir savcı ile toplantı yapıp Kemal Öğretmen'i öldürmesi için tetikçi yollamalarını dehşetle okudum. Devlet, tarikat, faşist iş birliğinin eski bir gelenek olduğunu nasıl unuttuğuma hayret ettim! Değişen sadece işin dozu, özü hiç değişmiyor.

Kemal Abi’de yazınsal kaygılar diğer kitaplara göre biraz daha fazla. Doğrudan kendileri değil de başka kişi ve nesneler üzerinden anlatıyorlar. Ancak gelenek yine bozulmamış: Kitabın sonunda 30 sayfalık bir albüm var.

Evet, dört kitapta dört yaşam öyküsü ve olaylar... Ancak bunların hiçbirisine atıf yapmak kolay değil çünkü anlatılanlar birilerinin yaşadıklarının başka birilerinden yansıması. Ancak bu "başka birileri" aradan çıktığında "atıf" sorunu çözülebilir. Birçok yazımda vurguladığım “Herkes anılarını yazmalı.” düşüncesinin altında biraz da bu kaygım yatar. İşte iyi bir örnek: 

Mary Harris Jones, daha yaygın bilinen ismiyle Jones Ana (Mother Jones, MoJo); 1837-1930 yılları arasında yaşamış ABD’li bir işçi örgütçüsü. Yaşamını anlattığı Adresim Ayakkabılarım Türkçeye geçen yıl çevrildi. Tarihi olayları birinci derece tanıklıklardan dinlemek önemli. Örneğin, bugün kutladığımız 1 Mayısların kökeni olan "Haymarket Trajedisi" gibi. Yani 1 Mayıs 1886’da sekiz saatlik iş günü için greve giden işçilere Haymarket’te saldıran polisin işçileri öldürmesinin tanıklığı. O gün suçlu bulunup dört işçinin de idam edilişi. ABD tarihini bir de buradan okumak gerek: O günlerde 12 yaş üstü çocukların çalıştırılmasının yasal olması ama kapitalistlerin bununla yetinmeyip 10 yaş altı çocuk çalıştırması, tekstil makinalarının çocukları çalıştırabilmek için alçak üretilmesi, bir grevde çocuk işçilerin “Oyun oynamak için zaman istiyoruz.” pankartı taşımaları… Uygarlık nasıl bir şeyse!

Jones Ana anlatıyor: “Bir keresinde, hapishanedeki bir adama oraya nasıl düştüğünü sordum o da bir çift ayakkabı çaldığını söyledi. Ben de eğer bir demiryolu çalsaydı şimdi Birleşik Devletler senatörü olacağını söyledim ona.” Demek ki kapitalizm koşullarında zaman, coğrafya hiçbir şeyi değiştirmiyor: Bir küçük tüp çalarsan suç, Tüpraş’ı götürürsen sorun yok!

Evet; bunlar doğrudan tanıklık, yansıyan gerçeklik değil; gönül rahatlığıyla atıf yapılabilir.

 

KÜNYELER:

-Alamutlu Veli Ağa. Hasan Kulakoğlu, Temren Yay., 2020, etiket fiyatı 20 TL.

-Hatça'nın Dünyası. M. Tahir Hatipoğlu, Selvi Yay., 2020, etiket fiyatı 17 TL.

-Köy Enstitüsünde Bir Öğretmen. Gülten Başol, Kategori Yay., 2020, etiket fiyatı 20 TL.

-Kemal Abi. Bircan Kırlangıç Şimşek, Mehmet Eylem Kırlangıç. Vivo Yay., 2020, etiket fiyatı 32 TL.

-Adresim Ayakkabılarım. Mary Harris Jones, Kor Yay., 2020. Çev. Müslime Karabatak, etiket fiyatı 15 TL.