Yakup Kadri’ye panoramik bakış

Bir romancı olarak Yakup Kadri, her şeyden önce milli bilincin verili gerçeklikteki durumunu ortaya koymuştur. Milli kurtuluşçu Ahmet Celâl’i kendilerinden saymayan, bir “yaban” olarak gören köylüler, henüz Türk olduklarının bile farkında değillerdir. Ne demişlerdi; “Biz müslümanız, Türkler Haymana’da yaşar.” Yaban’ın köylüleri, üstelik toprakları işgal edilmiş haldeyken bile, ulusal bilince bu kadar yabancıdırlar. Ernest Gellner’in uluslaşma sürecini şematize etmek için kurguladığı “Köyistan”ındaki köylüler gibidirler: “Köyistanlılar kendilerini daha önceleri bir aile birimi ve köye, çoğunlukla da bir vadi yöresine, belki bazen de bir dine ait olarak algılıyor ve hissediyorlardı.”[1] Onlara daha büyük bir bütünün parçası olduklarını öğretmek için ilk harekete geçenler devrimci aydınlar oldu. Yaban’daki Ahmet Celâl bunların ateşli bir örneğidir, ama söylediklerini dinleyecek kimseyi bulamamaktadır. Çünkü uluslaşmanın altyapısı, köyleri birbirine bağlayacak yollar, köylüleri şehirlere çekecek fabrikalar henüz yoktur. Gellner’in de söylediği budur: “Ama artık, ilk sanayi kalkınma döneminin herkesin aynı şekilde eridiği potasına girince ne köy ne vadi kalır, bazen aile bile kalmaz.”[2]

HROCH’UN ULUSLAŞMA ŞEMASINDA ANKARA

Yakup Kadri’nin Ankara romanında, şahsi çıkarcılıklarıyla milli inkılâbı kemiren zengin sınıfının Ankara Palas’taki balosunu dışardan izleyen halkın arasında, sırtında yorganı sarılı bir köylü de vardır. Marx’ın diliyle konuşursak, ilksel sermaye birikim süreci hızlanmıştır ve yoksullaşan köylüler şehirlerde iş aramaya başlamıştır. Köylü, millet potasında eriyip yeniden şekil alma yoluna girmiştir, ama onun payına inkılâbın nimetlerini ele geçiren zenginleri uzaktan seyretmek düşer. Yakup Kadri artık, ulusalcılık ideolojisinin üstünü örtmeye çalıştığı çelişkilerin romanını yazmaktadır. Burada Hroch’un ulus inşası modelinin C, üçüncü aşamasını anımsayabiliriz: “C aşamasında ise, hareket kitleselleşir ve tam bir toplumsal yapı belirmeye başlar. Tam da bu aşamada ulusal akım ayrışmaya, her biri kendi programına sahip muhafazakâr, liberal, demokratik vb. kanatlara ayrılmaya başlar.”[3] Yakup Kadri’nin Ankara’sının üç devri, sanki Hroch’un milliyetçilik modelinin iki devridir ve eksik kalan üçüncüyü yazar ütopik Ankara imgesiyle tamamlar. Kurtuluş Savaşı kazanılmış, ulus devlet kurulmuş ve ulusal bilinci yaygınlaştıran eğitim kurumları çoğalmıştır. Yaban’daki “vatansever ajitasyonu” azçok başarıya ulaşmıştır; şimdi “yol ayrımı” zamanıdır. Kapitalist nitelikli ulus devletin zorunlu kıldığı yol ayrımını Yakup Kadri kalkınma, eşitlik ve aydınlık içinde inşa edilen Ankara ütopyasıyla aşmayı dener. 

Ancak gerçekler bu ütopyayı çok kısa sürede parçalar. Yazarın yaşamı zoraki diplomatlıkla sürgüne dönüşürken, parçalanan ütopyanın parçalarından Bir Sürgün romanı doğar. Gerçekçi yazar, daha sağlam kurmak için ulus denen gerçekliğin, tarihsel ve toplumsal zemininde yurttaş devrimcinin trajedisini canlandırır. Kapitalist sistemin bir uçurum derinliğindeki eşitsizliğinin kıyısında durur. Bu uçurumu aşmak demek, yeni bir sistem, yeni bir ideoloji demektir. Yakup Kadri bu uçurumu Kadro’da geliştirilen “cemiyetçi milliyetçilik” düzeniyle aşmayı dener, ama bu yalnızca Ankara’daki ütopyada kalır. 

BİR SÜRGÜN’DE SOSYALİZMİN SİLUETİ

Bir Sürgün’de, okur, uçurumu görür, karşı tarafın, sosyalizmin Rus Bolşevik temsilcilerinin yalnızca silueti görünür. Yakup Kadri’nin Bir Sürgün’deki keskin kapitalizm eleştirisini, “büyük inkılâba” sahip çıkmak için, “küçük politika”ya karşı güçlü bir haykırış olarak okumak mümkündür. Eğer inkılâp kaybederse, gelecek buradakinden daha karanlık bir çöküş ve çürüme demektir. Bugünleri görmüştür de diyebiliriz. 1950’lere girerken yazılan Panorama kaybeden “büyük inkılâbın”, kazanan kapitalizmin romanıdır.

Yakup Kadri büyük eseri Panorama’da bütün bu sorunları kavrayacak bir çalışmaya girişir. Adındaki gibi, hem zaman, hem mekân, hem de kişiler açısından geniş bir çerçeveden bakar. Bir ulusun zengin ve karmaşık yapısını içeren bir roman yazmayı dener. Romanın büyük gerçekçisi Balzac’ın yöntemini kısmi de olsa uygulamaya çalışır. Ankara romanındaki tiplerin bir bölümü Panorama’da karşımıza çıkarlar. Bu romanda uluslaşma sürecinin bütün çelişkileri tipleşmiş kişilerle, tipik ilişkiler içinde ortaya konur.  

Yakup Kadri’nin romanlarından çıkarabileceğimiz önemli birkaç kavram vardır; “tamamlanmamış inkılâp” bunlardan biridir. Jakobenlerin bakış açısından burjuva devrimleri tamamlanmamış devrimlerdir. Devrimin kendi çocuklarını yemesi bunun anlatımıdır. Burjuva devrimlerinin iktidara getirdiği sınıfın kendisi işleri eline alınca ilk işi “inkılâpçı kadro”ları tasfiye etmek olacaktır. Yakup Kadri’nin Ankara romanından çıkan önemli sonuçlardan biri de, bu gerçeği, tamamlanmamış devrim gerçeğini görmesidir. Devrimin onuncu yılında bu romanı yazmak, biraz geç kalmışlık olarak değerlendirilebilir, ama 1960’ların bağımsızlıkçı genç devrimcilerini anımsarsak, onlar da Cumhuriyetin eksik bıraktıklarını tamamlama peşindeydiler, bu düşüncenin yeni kuşaklara miras kaldığını bile söyleyebiliriz.

“Hüküm geceleri”yle kavramlara devam edebiliriz. Türkiye’nin yirminci yüzyıl tarihinde, yalnızca bireysel değil, karanlık toplumsal “hüküm geceleri”nin yeri çoktur. Bir 12 Mart’ı, Bir 12 Eylül’ü, 3 Kasım 2002’yi hemen anımsayabiliriz. Gerçekçi yazarın bu imgesi de bize çok şey anlatmayı sürdürür.

YABAN İLE SOMNAMBÜL

“Yaban” başlı başına bir anahtar olmuştur. Aydın insan, bugünün köylerinde değil, büyük şehirlerinde daha çok “yaban”dır artık. Kanımızca, devrimcinin kısa anlar dışında “sürekli yaban” oluşu Yakup Kadri romanlarından çıkarabileceğimiz önemli sonuçlardan biridir. Devrimcinin tipolojisini çıkarmada gerçekçi romanın kazandırdığı bir açıklıktır. 

Yakup Kadri’nin çok kullandığı bir imge-kavramıyla bitirebiliriz.

Yakup Kadri, bu kavramı çok seviyor: Somnambül, uyurgezer. Bilinmez bir kuvvetin çekimine kapılmış, önündeki masa sandalyeleri nasıl devirmediğini anlamayarak, önüne çıkan engellerin çevresinden dolanarak yürüyüp gidiyor. 

İnkılâp Ankara’sını bir somnambül yürüyüşüyle geçip giden odur. Hemen bütün kahramanlarının inkılâbın veya bir aşkın ya da bir tutkunun ateşine atılmalarında bu imgeye benzer bir yan vardır. Yakup Kadri, yeri geldikçe bu benzetmeyi yapmayı çok sever. 

Acaba kendisine de uygun gördüğü bu benzetmenin, bizim de onun eserleriyle ilgili değerlendirmemizde bir yeri olabilir mi? Uyurgezer, aklının uyanık bölümünü kullanmadan, önündeki engelleri değiştirmeden aralarından geçip gider. Nereye, kimin çekimine kapılmıştır? Rüyasında gördüğü bir gerçekliğin peşinde midir? Öyleyse gerçeklikle rüyası arasında uçurumlar var demektir. Uyurgezer uçurumlara aldırmadan yürüyüşünü sürdürür. Bir yandan da sanki bilinçli gibi yolunu bulmayı beceriyordur. Ama hep rüyasıyla gerçeklik arasındaki uçurumlara düşme tehlikesiyle iç içe…

ZAMANDA VE MEKÂNDA KAÇIŞ

Yakup Kadri gerçekçi bir yazardır. İnsanı, toplumu, edebiyatı, tarihi, felsefeyi, toprağı ilgiyle inceler, buradan edindiklerini romanlarında titizlikle yoğurur. Onun eseri bizim tarih, toplum ve insanımızın 20. yüzyıldaki macerasının edebi panoramasıdır. Bir somnambül yürüyüşünde bunun başarılması imkânsızdır.

Yine de bir yerde, somnambül benzetmesi yerini bulur. Yakup Kadri Ankara inkılâbına yürekten bağlı bir yazardır. Kemalizme sonuna kadar sadıktır. Gerçekliği derinlemesine kavrayıp romanlaştırırken, bu inancıyla derin çelişkiye düştüğü yerde bir somnambül tavrıyla gerçeklikten kaçmaktadır. Romancı Yakup Kadri, bunu pek az yapmaktadır. Eleştirel bilinci uzun süre bu çelişkilerin üstünü örtmesine izin vermez. 

Bir Sürgün ile köklü bir kapitalizm eleştirisi yapar; ama hiç olmazsa mekânda ve zamanda kaçmıştır; sahne Türkiye değildir, Doktor Hikmet Jöntürktür.

Panorama’da bütün çürümeyi görmesine ve göstermesine rağmen hâlâ inkılâbın prensiplerinin yeterince anlaşılamamasına veya Gazi’nin ölmüş olmasına suçu atarak rüyasını korumaya çalışır. 

Yaban’daki Yakup Kadri kahramanı da rüyasının ya da kâbusunun sayıklamalarına kapılmış bir somnambül değil midir? Rüyasını hiçbir engelin yıkmasına izin vermeden Anadolu bozkırını aşıp gider…

Ankara’dan bir somnambül gibi geçip gittiğini kendisi yazıyor zaten…

Yakup Kadri’nin eseriyle yüzyılın başında kendini var etmeye çalışan bir halkın savaşımının eşsiz bir anlatıma kavuştuğunu söyleyebiliriz. Bu eserin etkisi ve gücü de kurtuluş mücadelesine yürekten bağlı bir yazarın büyük gerçekçiliğiyle somnambül uçurumlarını aşmayı başarmasından gelir.



[1] Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, çevirenler: Büşra Ersanlı, Günay Göksu Özdoğan, İstanbul, Hil Yayın, 2008, s.146.
[2] A.e., s.146.
[3] Miroslav Hroch, aktaran Erol Köroğlu, Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) Propagandadan Millî Kimlik İnşasına, İstanbul, İletişim, 2004, s. 98.