Yakılmış ülkede barış özlemi II: Abartı ya da hiperpornografi

Hiçbir şeyin mahremiyetinin kalmadığı hiperpornografik (aşırı abartılı) bir çağdan geçmekteyiz. En mahrem olması gereken ölüm, cenaze töreni ve yas süreci bile öylesine görünür halde ki göründükçe anlamını hızla yitirmekte. Örneğin, ekranda acılar içinde birini izlerken ekranın altından reklamlar geçebilir ya da gerçek bir ölümle, ölüm oyunlarındaki ölüm, soyutlama dönemine geçmemiş çocuklardaki gibi yetişkinlerde de birbirine kolayca karıştırılabilir. Ölenler artık sadece birer sayıdan ibarettir. Her gece salgın hastalıktan yaklaşık 200 kişinin ölmesi normalleşmiş, kanıksanmıştır. En temel soru ‘acı nedir’ sorusunu sormaktansa, acıyı deneyimlemektense ağrı kesici müdahaleler de kendilik algısında büyük bir yara açar. Bütün bir ruhsal sağlık ve aydınlanmaya (acısızlığa) kestirme bir yol olarak sunulan kişisel gelişim büyük oranda modern insanın acıdan kaçması üzerine kuruludur. Bu, insanın kendine, başkalarına, yaşama yabancılaşmasının en üst noktası olsa gerek. Abartı (pornografi), simülatif bir şekilde yüz yüze olunan gerçekliği geride bırakarak, onu örterek, insanı büyük bir yanılsama içine itiyor artık.

İçe dönmek, abartıdan uzak durmak, her şeyi bir gösteri malzemesi haline getirmemek değerlidir, erdemdir. Oysa dayatılan gösterilmeyenin yok olduğudur. Bu yoksanma halini kabullenmek hiç de kolay değildir. Nitekim gelinen nokta Simon and Gurfunkel’ın şarkısındaki gibi herkesin konuştuğu ama kimsenin bir şey demediği, herkesin işittiği ama kimsenin duymadığı bir yerdir.

Söylenemez olan karşısında Wittgenstein gibi susmak yerine, olaylar üzerinde yeterince düşünmeden hemen bir şeyler söylemeye, yargılar verilmeye çalışılan bir çağdayız. Düşünmeye, hem de derin düşünmeye, anlamaya, duyumsamaya, nedenlendirmeye zaman hiç yok. Her şeyin böylesine açıkta olmasının da bir önemi yok, zira zaten başka bir şey hızla onun yerine geçecektir. Entelektüelin yanılma payı böylece artar ve yanlışlar da bu bulanıklık içinde doğrular gibi yerini bulamaz. Tüm yıkımlar kısa bir süre içinde normalleşecek, yanan ormanların arasından geçip müsilajlı denizlerin kıyısında poz verilerek fotoğraflar çekilmeye, paylaşılmaya devam edilecektir. Denizin, ormanın, binlerce canlının ölümü toprağı, gökyüzünü sadece bir dekor olarak gören çoğunluklar için hemen unutulmuştur.

Camus’ye atfedilen ünlü bir söz: ¨Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın.¨ Ama aslında bir ülkeyi tanımak için ölülere nasıl muamele yapıldığına da bakmalı. Zira iktidarlar daha anne karnına düşüldüğü anda birey üzerinde kurdukları tahakkümü ölümden sonra da devam ettirmeye çalışırlar. Nereye, nasıl gömüleceği de onların kararına bağlıdır. İktidar, ölü bedenler üzerinde de hükümranlığı göstermekten geri kalmaz.

Ölülerin, her ne şekilde ölmüş olurlarsa olsunlar, kendi vasiyetleri ya da ailelerinin kültürel, vicdani ve dini ritüelleriyle defnedilmeleri gereği bir canlının yaşam hakkı kadar kutsaldır. Bu hak iktidarların, devletlerin, yasaların üstündedir. Gömülme hakkının kökleri İ.Ö. 5. yüzyılın Atinalı oyun yazarı Sofokles’in Antigone adlı tragedyasında bulunur. Çok kısaca, Antigone iktidar mücadelesi sonucu ölen kardeşi Polyneikes’i kralın yasağına karşı gömmek ister. Kral Kreon’un emri şu şekildedir:

Ulusu köle etmek isteyen Polyneikes’ in

Şu ya da bu biçimde törenle gömülmesi

Ona yas tutulması yasak! Böylece biline.[1]

Antigone, kardeşinin cenazesinin böyle bir cezalandırılmaya kalkışılmasını kabul edemez. Ne yapıp edip onu dualarla gömmek istemektedir. Nitekim, gömülmediğinde ruhu huzura kavuşamayacaktır. Ne de Antigone’nin onu gömmediğinde ruhu huzura kavuşabilir.

Antigone’nin kız kardeşi İsmene’den istediği yardım da sonuçsuz kalacaktır. Cezası ölüm olan bir suçu işlemeyi göze alır Antigone ve yakalanır. Oysa onu öldürecek olan müstakbel kayınbabasıdır. Gerek kız kardeşi İsmene gerekse nişanlısı Haimon, krala karşı Antigone’yi savunmaya çalışırlar fakat sonuç başarısızdır. Kahin Teiresias devreye girer ve buna Tanrıların da razı olmadığını ifade eder ama kralı ikna edemez. Sonuçta, Antigone kapatıldığı yerde intihar eder, bunu duyan nişanlısı ve Kraliçe Euridike de yaşamına son verir.

Tragedyalar, ne yazık ki antik dönemde kalmadı. Bugünler gelecekte ne şekilde adlandırılacak şimdiden bilinmez ama modern muktedirler kral sıfatında olmasalar bile aynı cezalandırma sürecini devam ettirmektedirler. Her bir birey, ölse de yaşasa da devletin fiziksel olarak hem müşterisidir hem de malı psikolojik olaraksa tutsağıdır.

Başta da vurguladığımız gibi her konudaki abartı (pornografi) hatta aşırı abartı sanat konusunda da kendini var eder. Yapılan her neyse ses getirmelidir. Eylemin nedenliği, nasıllığı, bir sonuca ulaşıp ulaşmayacağı başka bir konudur. Şu günlerde, bir sanatçı renksiz yaşamımıza ve renksiz tabutlarımıza renk katarak, siyahlar giyilerek ağıt bile yakılamadan gömülenler için bir bellek yoklaması yapıyor. ¨Bir daha asla¨ diyebilmenin bir yoludur belleği her türlü eylemle diri tutmak. Sanatçının da tartışılmaz vicdani sorumluluğudur. Fakat görünen sadece ünlü isimlerin sosyal medya paylaşımlarına dekor olan renkler ve isimlerdir, ne yazık ki.

Bu sergi/enstalasyon/performans amacına ulaşmıştır çünkü sergi üzerine çok konuşuluyor, hatta o ölümlerden bile daha çok. Zira coğrafyamızın belleği öylesi yakın geçmişten de kopuk. Unutmak, unutuyor görünmek bir savunma mekanizması olarak meşrulaşmıştır. Durum ilginçtir, belki de gelecekte bugünkü ¨hafıza¨ performansı üzerine hakkıyla başka bir performans bile olabilir, eğer öldürülenler helallik verirlerse.

Renkler üzerinde devam edersek her kültür kendine belli başlı renkleri fetişleştirir, simgeleştirir. Kürtlerin sarı, kırmızı, yeşil renkleriyle egemen ideolojinin kıyasıya bir mücadelesine tanıklık ediliyor uzun yıllardır. Bu renkler yüzünden konudan bihaber ¨rastafaryanlar¨ın da mağduriyetine denk geldik yakın tarihte. 11 Eylül’den sonra El Kaideci sanılarak ABD’de öldürülen Sihler misali…

Sanatçıya ciddi bir öneridir ki bir dahaki sergi ¨toroslar¨ hakkında olmalı, beyaz toroslar üzerinde renk renk toroslar. Hatta sürücüleri de ¨yeşil¨ olmamalı, o da renk renk. Ama işte ahenksiz oluyor bazen renkler…

Sonuç olarak, bu sergi ve kopardığı yaygara da başta söz ettiğimiz abartılı yaklaşımların birbirini ezip geçmesiyle gündemi başka bir olaya bırakacak. Acıların sağaltılabilmesi için yüzleşme şarttır. Sanat yüzleşmeleri sağlayabilir ama geçicilikle değil. Renkli tabutlar devam eden bir tragedyanın bir parçası, ne zaman tragedya biter, insanlar böyle ölümlerle toplu cenazelerle gömülmezler o zaman renkli tabutlar belki bir anlam kazanabilir.

 

[1] Sofokles,  Eski Yunan Tragedyaları 1 / Persler/ Antigone, çev. Güngör Dilmen, Mitos Boyut Yayınları, 1997.