Ya pandemi de tatile çıktıysa…

Türkiye’de ekonomik kriz tartışması eşik atladı. Artık hiç kimse kriz yoktur demiyor, diyemiyor. Gözle görüneni, vücudu saran ateşi, hayatın her alanında yaşananı nasıl inkâr edeceksin ki. Yalnızca gelecekle ilgili parlak projeler, finansmanı imkânsız görünse de büyük hayallerle idare ediliyor şimdilik. İktidar blokuna karşı aktif eleştirel bir yayın politikası izleyen sınırlı sayıdaki gazete, TV kanalı ve sosyal medya ise muhalefet partilerinin çarşı pazar gezmelerine epeyce yer ayırıyor; özelikle de esnafın pandemi gerekçesiyle yasaklanan faaliyetleri nedeniyle düştüğü durumu sergilemeye ağırlık veriyorlar. Gerçekten de pandemiden önce durumu iyi sayılabilecek esnafın kepenk kapatmak zorunda kalması ağır bir darbe oldu. Görece iyi bir yaşam standardına sahip olan esnafın durumu çalışanları da etkiledi, bu kesimde de çalışanlar işsizler kervanına katıldılar. İktidar kanadının aktif destekçisi ve oy deposu olarak bilinen esnafın durumunun muhalefet partilerince konu edilmesinin, bir seçim kampanyası havasında geçen esnaf ziyaretlerinin bir mantığı var. İşçi sınıfının durumunun özellikle de sosyal demokrat olduğu iddiasındaki bir parti tarafından dikkate alınmamasının ise hiçbir mantığı yok.

İşçi sınıfının, çalışanların pandemi karşısında korunmasız bırakılması medyada da pek öne çıkmadı. Oysa işe gidip gelirken otobüs, metro, tramvay gibi toplu taşıma araçlarını kullanmak, iş yerlerinde fabrikalarda dip dibe çalışmak zorunda olan, yemekhanelerde yine topluca yemek yemekten başka çaresi olmayan, temizlik kurallarına uymak gibi bir lüks kendilerine tanınmayan, hasta oldukları anlaşılığında da en kısa sürede işlerine geri dönmeleri istenen işçiler bu salgında en fazla kayıp veren kesim oldu. Ölüm oranlarını uzun süre gizleyen Bakanlık salgının en çok hangi kesimleri etkilediği konusunda da herhangi bir açıklama yapmadı. 65 yaş üstünü evlere kapatarak ölüm oranlarını düşürmenin pratik bir yolunu bulduğunu düşünen iktidar, işçilerde yayılması kaçınılmaz olan salgına karşı pratik önlemler alınmasını, ekonomik faaliyetin belirli alanlarda tatil edilmesini tartışmaya bile yanaşmadı.

ÖLÜM YAKIŞMADI BİZE

Gerçek verileri gizleyen, Covid tanısıyla hastanelere yatıp kurtarılamayanların ölüm nedenlerini kâğıt üstünde değiştirerek hem halkı hem Dünya Sağlık Örgütü’nü yanıltan, ilk başlarda halkı ve medyayı pek güzel oyalayan Sağlık Bakanlığı ile ilgili suçlamaların artacağını öngörebiliyoruz artık. Ama bir işe yarar mı? Aslında bakanlık hepimizde var olan terk etmeye bir türlü yanaşmadığımız duyguları kullandı. “Şehrimizin insanları, diye yazar Veba’da Albert Camus, her şeyin kendileri için mümkün, felaketlerin ise imkânsız olduğunu düşünüyorlardı. (…) kendilerini hür sanıyorlardı, oysa felaketler var oldukça kimse hür değildir.” Bizde de öyle oldu; pandemi gerekçesiyle hiçbir temele dayanmayan yasaklarla özgürlüklerimiz elimizden alındığında yaşadığımız şaşkınlığın, kolayca boyun eğişimizin nedeni budur. Ölümü kendimize hiç yakıştıramadık; ama sayılar yükseldikçe, pandeminin gülleleri yakınlarımıza düşmeye başlayınca ölüm de somutlaştı. Uzun yıllar boyunca izlediğimiz dışımızdaki savaşlar yavaşça içimize sokulduğunda ölüm haberleri gelmeye başladığında, yine de görmemeyi ya da çabucak unutmayı başardığımız ölümler bu büyük salgında bu kez yakın çevreye, aile içine uzandı. “Bir savaş patladığı zaman diye anlatır Camus, insanlar ‘fazla uzun sürmez, çünkü çok anlamsız bir şey’ derler. Elbette ki bir savaş çok anlamsız çok saçma bir şeydir, ama böyle oluşu uzayıp gitmesini önlemez. (…) Felaket gerçek olmayan bir şeydir, gelip geçici bir düştür. Ama felaket her zaman gelip geçmez, insanlar gelip geçer.” Öyle oldu insanlar, dostlarımız, yakınlarımız, analarımız, babalarımız, çocuklarımız dünyadan hiç hesaplamadıkları, hesaplayamadığımız bir şekilde geçip gittiler. Ölüm vurdu hepimizi. Neden diye sorduğumuzda iş işten geçmişti. Oysa daha ilk günlerde, Covid’in kapımızı çaldığı ve yetkililerin gerçekleri görmek istemediği günlerde Tabipler Birliği uyarmıştı. Hem sorumlu olması gereken iktidara hem de bize felaketin boyutunu, yakıcılığını anlatmış, saydam olmak gerektiğini önlem almanın zorunluluğunu bilimin ışığında mücadele etmek gerektiğini söylemişlerdi. İktidar öfkeyle karşıladı doktorların uyarılarını.

AŞI SAVAŞLARI

Sonra aşı savaşları başladı. Çin’de üretilen Sinovac geldi, gelmedi, gelecek, gelmeyecek belirsizliği sürerken Almanya’da iki Türk doktorun buluşu aşı BioNTech ile ilgili kapalı kapılar arkasında nedenini hâlâ tam anlamadığımız bir tuhaf ilişkinin işi yokuşa sürdüğünü görür gibi olduk. Sonunda Çin eksikli gelirken BioNTech hızlandı. Aşı savaşları, firmalar arası rekabet hızlanırken yoksul ülkelerin adını bile duymak istemiyordu firmalar. Neden? Çünkü parası da, itibarı da yoktu bu ülkelerin. Birleşmiş Milletler, Dünya Sağlık Örgütü ise çaresizce çırpınıyordu. Ama biz bu örgütte bile raporların sümen altı edildiğini, kimi kişisel hevesler için ülke raporlarının cepte unutulduğunu duymadık mı, bilmiyor muyuz?

Gecikmiş aşılama hızlanırken, tıpkı geçen yıl olduğu gibi iktidar partisi pandemiyi tatile çıkarmaya karar verdi. Kısa sürede nasıl olduğunu bilmediğimiz, açıklayamadığımız bir şekilde hasta sayıları, ölümler azaldı. Kuşku duysak da artık bıktığımız bu salgından kurtulmuş olma sevinci sardı hepimizi. Kurtulduk mu? Bana aylarca kapalı kalmış, reflekslerini yitirmiş bu fukara yazara mı soruyorsunuz; hayır kurtulmadık. Yalnızca tatile çıktık, geri döneceğiz; umudumuz tatil sonrası hasarın büyük olmaması, özgürlüklerimizden bir kere daha vazgeçmeme bilinciyle dönebilmek tatilden. Bütün umudumuzu aşılara bağladık. Artık salgına karşı elimizde bir silah var diye düşünüyoruz, ama iki yılımızı yiyip bitirmiş olan iktidara karşı ne yapabileceğimizi tam bilemiyoruz. Tatilden döneceğiz, Covid-19 da, büyük bir olasılıkla turizm sektörünü kurtarmak için çıktığı zorunlu tatilden dönebilir diyor doktorlar böyle giderse… Dönmesin diyor komşu teyze, evladım diyor gitsin cehennemin dibine. 

İktidar bloku şu geçen kısa sürede birikmiş sıkıntıların üzerine eklenmiş yozlaşmanın her yeri sardığını gösteren ve önlenemez olduğu anlaşılan yeni bir dalgayla sarsıldı. Üstelik bu kez, saldıranın tüm topluma düşman bir terörist odaktan, iktidarı paylaşmak için yola çıkmış darbeci bir cemaatten gelmediği de ortada. İçeriden “hakkının yendiğini” öne süren, ihanete uğradığı için bildiği tüm sırları ortalığa saçan bir “suç örgütü liderinden” geliyor. Sırların en üst düzeylere kadar uzanması ise durumun ne kadar ciddi olduğunu gösteriyor. Üstelik bu tehlikeli kıvılcım yaygınlaşma eğilimi gösteriyor; gemisini kurtarmak isteyenler ceplerindeki, kasalarındaki korunma “malzemelerini” gözden geçiriyor gibiler. Kısacası ufukta iktidar bloku için durumu sıradanlaştıracak ya da tersine çevirecek bir fırsat görünmüyor. Yine de halkın hafızasının zayıflığına, muhaliflerin beceriksizliğine güveniyor iktidar bloku. Ve önlem olarak da hırçınlaşmayı seçiyor. 

***

Muhalefet ne yapacak işte onu bilemiyorum. Son yılların en verimli bereketli siyasi atmosferinde, bir daha kolay kolay elde edemeyeceği pozisyonları yakalamış görünüyor.  Ama bu olanağı değerlendirmek ve halk için devamını getirmek için merkez sağa duyulan sonsuz güvenin yeterli olup olmayacağını zaman gösterecek. Sol’a bir tehlike kaynağı gibi bakmaktan vazgeçmedikleri için muhalefet blokunun seçimlerde bir başarı kazansa bile ideolojik olarak savaşı yitirmesi muhtemeldir. Bu ise kadim, sınanmış bir gerçeği hatırlatıyor bize. Sosyal demokrasinin zayıf olan ideolojik çizgisi her sağa kayışta bir parça daha sisteme eklemlenir, Sol ise sosyal demokrasinin kendine kerteriz alabileceği tek sağlam limandır.

Öyle değil midir? Halkçı olma iddiasındaki sosyal demokrasi gerçekten halkçı olmak istiyorsa sistemle kavga etmek gerektiğini unutmamalı diye yazmıyor mu tarihin kara kaplı kitapları.