Instagramda bir fotoğraf. Birbirine aşkla sarılmış bir çift. Arka planda günlerdir yakamızı bırakmayan bir felaket, dev bir orman yangını. Fotoğrafın altında “romantizm ve endişenin bir arada olduğu bir kare” yazıyor. Kimileri küfür etmiş kimileri de beğenmiş bu kareyi. Bu toksik romantizm bana mültecileri moda kataloğu yapan dergileri hatırlattı.
Ölülerin kafasına basarak sükse yapan bir tuhaf “insanlık manzarası”.
Dumura uğramamak mümkün değil.
Bu dev kibirden etkilenmemek mümkün değil. Dev “benler” ve “bu devlerin büyük aşkları”. Kainatta bulunan milyarca galaksiden daha büyük bu aşklar. Öyle büyükler ki yanan börtü böceğin, nebatın, hayvanın, ormanın, bağrı külle dolan toprağın fotoğrafa fon olmak dışında bir önemi yok.
Bir story objesine dönüşüyor dünya; “üstüne filtre basılacak” bir arka fona, türlü fallik kompleksleri yatıştıracak bir BEN aparatına, aç kurtların dişlediği ete, doyurulmamış duyguların çöreklendiği garip bir mabede dönüşüyor.
İnsan fail olamadıkça, özneliğini hissedemedikçe dev bir BEN’e dönüşüyor. Bu şişirilmiş “kötü-kopya öznenin” patetik yanılgısını görmemek mümkün mü? Bu dev BEN’in sahteliğini, ne kadar da küçücük olduğunu görmemek mümkün mü sahiden?
Sabahattin Ali İçimizdeki Şeytan’da “bize ziyasını beş bin senede gönderen yıldızlardan” bahseder. Çehov’un, Altıncı Koğuş’taki doktor Andrey Yefimiç’i, acı acı her şeyin sonunda toprağa karışıp dünyanın kabuğuyla birlikte soğuyacağını düşünür. Ayfer Tunç, Osman’da, bir kahramanına “kimsin sen ya…iki trilyon galaksiden oluşan evrende senin anılarının nasıl bir önemi olabilir?” dedirtir.
Defalarca ve defalarca kötü-kopya öznenin patetik yanılgısı keşfedilmiştir.
Ne var ki kapitalist barbarlığın arzuladığı yatak tam da budur. Onun arzusu kötü-kopya öznenin bir piyasa kahramanı olarak yükselmesidir. Zira ancak onun ultra atomistik bireyi, yangın yerinde düşük kredili ev almaktan bahsedebilir.
Kokmuş bir irin gibi, kararmış çürük bir uzuv gibi, salyalanmış bir et gibi varlığını duyuran onun sesidir: “Evi yanmayan keşke benim de evim yansaydı diyecek”
Karşımızdaki türlü kollarıyla hayatımızı kavrayan bir sömürü düzeni değil yalnızca. Çünkü burjuvazi yalnızca fabrikalarda al kanımızı içmiyor, onun “eşya düzeni” ruhları öğütüyor, yakıyor, tarumar ediyor.
Burjuvazi yalnızca “ter atölyelerinde” etimizi yemiyor, onun “eşya düzeni” dünyayı yakıyor, yuvamızı yıkıyor, anılarımızın üstüne beton döküyor.
Burjuvazi yalnızca plazalarda taksit taksit hayatımızı çalmıyor, onun bir yanı sefahat bir yanı açlık “eşya düzeni” sincabı, kuşu, balığı öldürüyor.
Elbette diyalektiğin yasaları, en karanlık çağların içinden doğan aydınlanma gibi işlemeye devam ediyor. Bir yanda kötü-kopya özneler, yanan dünyaya bakıp avuçlarını ovuşturan kifayetsiz muhterisler varsa diğer yanda insan olmanın erdemi, dayanışma var; yangından kurtardığı keçiyi sarıp koklayanlar, tüm maharetiyle alaza karşı siper olanlar var.
Umut tam da burada boy atıyor. İnsanın failliği, dünyanın kabuğuna karışıp soğumayacak yeni bir uygarlığın izi burada beliriyor. Bu izi takip etmek zorundayız. Eşya düzeninin yangın yerine çevirdiği dünyayı kurtarmak; denizin, suyun, ormanın, türlü cennetler içinde tüm bir yaşamın, insan-dışı varlığımızın, izasını bize yollayan yıldızın yolunu tutmak zorundayız.
Yeni bir uygarlık buradan çıkacak. Ya eşyanın cehennemi ya komünist bir yaşam…