Velev ki hakaret

İsterseniz her türlü eleştiriyi hakaret olarak görebilirsiniz, ne de olsa “benim inancıma göre öyle” dediğiniz anda tartışma bitiyor. Tam da bu nedenle farklı inanç ve görüşlerden insanların bir arada olduğu kamusal alan ve örneğin onun bir parçası olan hukuk sistemi inançlardan bağımsız olmalıdır. Böylece bir hakaret varsa dava açar ve maddi ve manevi tazminat talep edersiniz ve hukuk sistemi yasalar karşısında ortakmış gibi görünen bu düzlemde bir karar verir.

Aksi takdirde düşmanlığın artması kaçınılmazdır. Ve gerçekleşen de bu “aksi”dir, çünkü toplumun gerçekliği yukarıda tarif edilen gibi değildir ve kamusal alandaki “ortak”lık esasen bir güç dengesini ifade eder. Bu denge devletin zor aygıtıyla sağlanan bir “suni denge” değil, üretim ilişkilerinden siyasete ve ideolojiye kadar bütün düzlemleri kapsayan, sınıflar arasındaki “gerçek” bir güç dengesidir. Ve dolayısıyla hukuk sistemi de bu güç dengesine tabidir. Bu nedenle örneğin belirli bir davada bir yönde karar alan bir yargı kurumu, sınıflar arasındaki güç dengesinin değiştiği başka bir dönemde tam tersi yönde karar alabilmektedir.

Laiklik böyle sınıfsal bir meseledir ve bu nedenle yukarıdaki gibi “böyle bir sistem olsa” şeklindeki ifade edilen ve “suni denge”nin karşıt ucu olan bir “statik denge” durumu olarak da tanımlanamaz. Laiklik kendi inancını bütün topluma dayatmaya çalışan dinci gericiliğe ve destekçilerine karşı aktif, yılmaz ve tavizsiz bir mücadeleyle hayata geçirilebilir ve yaşatılabilir. Çünkü laiklik uzun zamandır burjuvazi tarafından sınıflar mücadelesindeki bu güç dengesinde kendi aleyhine işleyen bir başlık olarak görülüyor ve bu nedenle altı oyuluyordu.

Ancak burjuvazi her ne kadar siyasi, hukuki ve ekonomik olarak laikliğin altını oysa da, söylem düzeyinde ve genel olarak ideolojiler düzleminde laikliği elden bırakmamaya özen gösteriyor. Bunun önemli bir nedeni kuşkusuz meşruiyet kaygısıdır ve dinci gericiliğin işlediği suçların üstüne bulaşmasını istememesidir. Bir parantez, bu nedenle mücadele perspektifi ideolojiler alanıyla sınırlı olan bir yaklaşım yalnızca bu yönü hesaba katar ve laiklik ve aydınlanma mücadelesinin işçi sınıfı ve sosyalizm mücadelesine güç katmayacağını düşünür. Çünkü kendi içinde tutarlı olması için, laikliği ideolojik olarak savunmaya devam ediyor gibi görünse de, burjuvazinin sınıflar mücadelesinde ve tarihsel olarak tam tersi yönde hareket ettiğini göz ardı etmek zorunda kalır. Bu yaklaşım bunun sonucunda zımnen burjuvaziye ilericilik atfeder.

Devam edelim…

Burjuvazinin sınıflar mücadelesinde laiklikten kurtulmak istemesi ve bunun uzantısı olarak laikliğe dair ortaya çıkan yukarıdaki “statik” yaklaşım Türkiye’de Cumhuriyet döneminde laikliğin hiçbir zaman tam hayata geçmemesinin ve hayata geçtiği kadarıyla da zamanla altının oyulmasının en önemli nedenleri arasında yer aldı. AKP ile birlikte “İkinci Cumhuriyet” sürecinin ortaya çıkması bir yönüyle de bu sürecin bir sonucu olarak gerçekleşti.

Türkiye’de laikliğin geçmişteki bu uygulanışı, halkın dinci gericilik tehlikesi karşısında bir mücadele yükseltmesini engelleyen ve toplumda statik bir “laiklik zaten var” algısı uyandıran bir rol oynadı. Böylece yıllarca güçlenmesine ve yayılmasına rağmen gericilikle mücadele solun bile gündemine girmekte zorlandı. Artık bu dönem geride kalmıştır ve sınıflar mücadelesinin bu kritik başlığında gerçek bir hesaplaşmaya doğru gidilmektedir.

Dün Paris’te yapılan katliamı bu yazdıklarım ışığında değerlendirmek istiyorum. Katliamı yapan örgütleri Ortadoğu’da ve başka ülkelerde kimlerin desteklediğini anlamak için dün ve bugün yandaş medyada çıkan haberlere bakmak yeterli.

Charlie Hebdo dergisi yabancılara veya müslümanlara düşman olan, onlara hakaret eden bir dergi değildi. Dergi, dinci gericiliğe ve faşizme karşı sert tavır alan ve eleştiri oklarını yalnızca İslamı siyasette kullananlara karşı değil, Hristiyan ve Yahudi dinci gericilerine ve faşist ırkçılara da yönelten solcu bir dergiydi. Bu anlamda saldırı gerçekten sola ve laikliğe karşı yapılmış alçakça bir saldırır ve bu kesinlikle göz ardı edilmemelidir.

Ancak vurgulanması gereken bir başka nokta da, bir yerden sonra derginin çizgisinin bir önemi olmadığıdır. Yapılan katliam gerçekten de derginin içeriğini bir yönüyle anlamsız hale getirmektedir çünkü dinci gerici siyasi hareket her yerde kendi keyfi yaklaşımına göre öldürmeyi ve linç etmeyi onaylayan bir meşruiyet alanı oluşturmaya çalışmaktadır.

“İnancımıza hakaret ettiler” diyerek katliamı savunmaya çalışan yandaş medya ve onu izleyen kitlenin, hakaret dahi yapılmış olsa böyle bir katliamın meşru olmadığını kendiliğinden anlaması beklenmemelidir. Cinayetleri sahiplenmekten çekinmeyen bu tavrın değişmesi ancak ilericilerin yürüteceği bir siyasi bir mücadele sonucunda gericilerin geri adım atmak zorunda kalmaları sayesinde olacaktır. Bu nedenle dinci gericilere “Velev ki hakaret” diye seslenmek ve ortada gerçekten bir hakaret olsaydı bile katliamları ve linç girişimlerini meşrulaştırmalarına izin vermeyeceğimizi belirtmek istiyorum.

Bu gelişmeler ışığında Birleşik Haziran Hareketi’nin 11 Ocak’ta “Laik Eğitim için Ayaktayız” çağrısının önemi daha da artmıştır. Dinci gerici katillere boyun eğmeyeceğimizi göstereceğiz.