Önce bebeklerden, çocuklardan, kadınlardan bahsedeceğiz. Yani tecavüzden bahsedeceğiz…
Tecavüzden bahsetmek…
Tecavüzden bahsetmek zordur. Tecavüz öyle bir konudur ki, yazanla okuyanı mayınlı tarlalar üzerinde yürütüp, dikenli sınır tellerinde kanatarak buluşturabilir.
Tecavüz anlatısında, ‘bir yarayı ele verme korkusu’ veba gibi yayılır. Çünkü ‘tecavüz’ kolektif bir bilinçaltına değer; kişisel sandığımız magmalarımızı, cehennemi alevlerimizi harlayıp yerinden oynatabilir.
Tecavüz bir tema; vakalardan, rakamlardan, istatistiklerden mürekkep şık bir tablo da olabilir. Ve pekala göğüs kafeslerinde boğulan güvercinler de; en diplerde, kuytularda küf tutmuş çığlıklar da olabilir…
Hangi yarayla ya da korkuyla, ne şekilde bakarsak bakalım, ‘tecavüz’ bin yılların tiranıdır. Tecavüz, erkek egemenliğinin gözde bir hükmetme aracıdır; ne kişisel ne sansasyonel ne de sıra dışıdır.
Sözgelimi evliliklerin önemli bir kısmı sistematik tecavüze dayanır. Aile, tecavüz için, tekinsiz arka sokaklardan daha ideal bir ortam sunar. Yalnızca kadınlardan bahsetmiyoruz. Türkiye’de istatistikler çocuklara yönelik cinsel saldırı suçlarının yarıya yakınının aile içinde gerçekleştiğini ortaya koymakta.
Kısacası tecavüz öncelikle hükmünü ailede kurar.
Bu nedenle tecavüz sapıkça bir doğa, bağlamsız, yüksüz, nötr bir karşılaşma ya da bedensel güce dayalı bir konu değildir. Tecavüzün toplumsal koşulları vardır…
Evet bu konular, ‘erkek egemenliği’ denilen yapının global meseleleri. Peki buralara nereden geldik?
Son haftalarda yaşanan tecavüz vakalarının ülkedeki politik iklime neredeyse monte edilmiş bir hali var, belki fark etmişsinizdir.
Art arda bir hafta içinde patlak veren üç olaydan bahsetmek istiyoruz. Birincisi 9 aylık bebeğe tecavüz olayı; ikincisi Atatürk Hava limanında ‘Tecavüz ülkesi İsveç’ yazılı afişler ve sonuncusu; Akşam gazetesi temsilcisi Emin Pazarcı’nın gözaltına alınan muhabirleri ‘tecavüz edilebilir’ standartların dışında bulduğunu(!) açıklaması.
Dokuz aylık bir bebeğe tecavüz edilmesi, evet kanımızı dondurdu. Ama daha fazlası konunun bir milli davaya dönüşmesi, teyakkuzda olması beklenen ‘erkekliği’ milli gurur etrafında seferber etmesiydi. Haber duyulur duyulmaz lanet okumalar kadar ‘kendi ayağımıza sıkıyoruz, düşmana malzeme veriyoruz’ yorumları da yükseldi.
İşte kahvehane ortamından yükselen bu şuursuz vatandaş tepkisi derhal devlet katında karşılığını buldu ve habere yayın yasağı geldi. Öyle ki haberi yapan muhabir ölüm tehditleri aldı, vatan hainliğiyle mimlendi.
Demek ki vatan çiftlikler, kasalar kadar dokuz aylık bebeğe yeltense bile milli, yerli ‘erkeklikler’di…
Yine ikinci haberde İsveç Dışişleri Bakanının Türkiye’de en son gündeme gelen 15 yaş altı çocuklara yönelik cinsel istismarda 12- 15 yaş grubu için ‘rıza aranması’ şartına ilişkin, ‘çocuk çocuktur ve bu karar geri alınmalıdır’ şeklindeki yorumu benzer şekilde bir milli davaya dönüştü.
Karşı atak olarak Atatürk hava limanında ‘İsveç tecavüz ülkesi’ afişlerinin asılması, Milliyet gazetesinin İsveçli Bakanın haberini ‘küstahlık’ manşetiyle yayınlaması, ‘vatan olarak erkekliğin’ bir kez daha kırmızı çizgilerini gösterir nitelikte oldu.
Ve son olarak Akşam gazetesi Ankara Temsilcisi Emin Pazarcı’nın, Özgür Gündem gazetesine yapılan operasyon sırasında gözaltına alınan İMC TV muhabiri Gülfem Karataş'ın polis tarafından 'tecavüz etmekle' tehdit edilmesi hakkında iğrenç yorumları...
Emin Pazarcı, "Çözemedim, ne çekicilikleri ve özellikleri var bunların?.. İnceliyorum, sağdan bakıyorum, olmuyor, soldan bakıyorum, olmuyor. Aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı süzüyorum, yine olmuyor." dedi.
Yine tecavüzle milli davayı sentezleyen, dahası tecavüzü oluruyla tanımlayan hatta tecavüz sanki bir lütufmuş, bir payeymiş gibi ‘tecavüzün dışında kalanlardan’ bir nefret nesnesi olarak bahseden bir tecavüz talimcisiyle karşı karşıyayız.
Tüm bu anlatılanların, ülkemizdeki gericileşmeyle, dinselleşmeyle, AKP rejiminin ‘erkeklik’ kurgularıyla bağı sır değildir sanıyoruz. Aynı anlama gelmek üzere tam da burasının biz kadınlar için anlamlı bir mücadele ölçeği olması da…