Birkaç gün önce ülkemizde, dünya tarihindeki Soma’ların – acaba dünya tarihinde böylesi, kaç kez yaşanmıştır ki! – en en korkunçlarından birinin yıldönümü yaşandı. Ve o yıldönümünden geriye, kanımca biri genel, biri de özel iki resim kaldı.
Genel resim, ülkenin bütününü içeriyordu
O genel resim, bize bu ülkenin HALKININ gündeminde artık SOMA diye bir gerçekliğin yer almadığını kanıtlıyordu.
İbretlik, düşündürücülük, geçmiş-bugün-gelecek ekseninde tartışılabilecekler, mutlaka tartışılması gerekenler, bu tartışmalardan çıkan sonuçlar – hayır, bunların HİÇBİRİ, ama HİÇBİRİ halkın gündeminde yoktu. Ya da şöyle diyelim, Soma, aradan bir yıl geçtikten sonra, artık ancak Soma gerçekliğinin halkın belleğinden ne kadar SİLİNMİŞ olduğunu gösterecek ya da kanıtlayacak kadar vardı.
Soma, modern zamanlarda madencilik alanında üç yüzü aşkın ölü sayısı ile dünya tarihinin genç sayfalarına geçmiş en büyük katliamın adıdır.
Bu çaptaki toplu kıyımların yıldönümlerinde sadece birkaç yüz kişinin, hadi diyelim birkaç bin kişinin, birkaç sendikanın, falanca meslek kuruluşunun, filanca parti örgütünün vb. katılımı ile gerçekleşen protestolar, ciddiye alınma bağlamında herhangi bir SİVİL DİRENİŞİN göstergeleri diye nitelendirilemez. Böylesine korkunç ve acımasız kıyımların yıldönümlerinde ölümlerin unutulmadığı, ancak milyonluk halk kitlelerinin hayatı bir gün için olsun durdurulmasıyla gözler önüne serilebilir.
Ama o gün, Türkiye’de herhangi bir hayatı durdurabilecek bir halk yoktu.
Dolayısıyla, duran bir hayat da olmadı.
Günlük hayat, hiç durmadı.
Gece hayatı hiç mi hiç durmadı (acaba kimilerinde “her şeye rağmen yaşamak” şeklinde bir mesaj verilmek istendiği için mi ? Öyle ise eğer, o zaman bu ülkede geniş kitlelerce ‘yaşamaktan ne anlaşıldığı’nın sorgulanmasının zamanı gelmiş demektir!)
Evet, o gün, Türkiye’de birkaç saat için olsun duran hiçbir hayat olmadı.
Medya, genelde suskundu.
Sanat, bütünüyle sessizdi.
Gecelerin ‘ünlü trafiği’, hiç hız kesmedi.
Falan filan…
Ama Soma’nın birinci yıldönümünde, bir de Halk TV ekranlarından yansıyan bir ÖZEL RESİM vardı…
Halk TV muhabirlerinden birinin Soma’da gerçekleştirdiği kısa bir röportajın resmi.
Gencecik bir kadın.
Soma’da kendi gibi gencecik kocasını yeraltında yitirdikten sonra biri kız biri de erkek iki küçük çocuğu ile yeryüzünde kalmış bir genç kadın.
Ağlamamak için kendini zorluyor. Ama elbette ağlıyor, ve bu kez de ağladığını göstermemek için kendini zorluyor, başını önüne eğerek konuşuyor.
İşte dedikleri : “ONU HER SABAH KENDİM İŞE GÖNDERİRDİM. VE O DA ÇOCUKLARINI SEVMEDEN EVDEN ÇIKMAZDI. AKŞAM GELİR GELMEZ DE ONLARLA OYNARDI. ŞİMDİ KOCAM, ARTIK BİR YILDIR YOK. ÇOCUKLARINA GELİNCE, GÖRDÜĞÜNÜZ GİBİ, ŞİMDİ BİRAZ ÖTEDE, BABALARININ MEZARINI ÖRTEN TOPRAKTA OYNAMAKTALAR …”
Bu resmi gördüğümden bu yana kendime sorduğum bir soru : Eğer Attilâ İlhan sağ olsaydı ve bu kareyi görseydi, eserlerine “Hangi Halk ?” adlı bir kitap daha ekler miydi?