Üniversiteden anılar

Neden anı okumayı çok sevdiğimi, neden benden kitap önerisi isteyenlere verdiğim listelerin içinde mutlaka bir anı kitabı olduğunu düşündüm geçen gün. Sanırım anıları tam olarak nereye oturtacağımı bilememdi doğru yanıt. Anılar benim için kimi zaman bir roman, bir öykü tadındayken, kimi zaman ciddi bir teorik yapıt gibidir; kafamdaki bir sorunun çözümünü bulurum. Yani ne niyetine okursanız o… Elbette sevmemin tek nedeni bu gelgitlerden değil, asıl sevme nedenim içerdikleri olağanüstü öznellikten. Kimi zaman aynı olayı farklı yazarlardan okuduğumda gördüğüm farklılık, beni hayrete düşürecek denli büyük olur. Buna belki bellek yanılması denilebilir ama bu yanılsamadaki seçicilik bile kişinin baktığı yeri gösterir kanımca. Bu şekilde anlaşıldığında satır aralarını okumaya başladınız demektir ki artık anıların gizleyecek bir şeyi kalmamıştır.

Anı yazmada biraz tembel bir toplumuz. Ama Mahmut Dikerdem’in belirttiği gibi, kimi zaman insanlar anılarını yazarak devlet sırrını açığa vurmaktan korkar1.Bu korku aslında sadece devlet sırrı korkusu da değildir, gizli olmaması gereken ve olmayan bir şeyi, kişinin sır kabullenmesi de olabilir.  Ama her durumda bu korkunun yersizliği çok açıktır. Bence herkes tarihe tanıklık ettiğini düşündüğünde anılarını yazmaya başlamalı çünkü tarihi kronolojiden ayıran önemli noktalardan birisi de budur. Ancak burada zamanlama çok önemli: ne kişileri tehlikeye atacak kadar erken (örneğin anılar kovuşturma nedeni olmamalı) ne de anlatılanlara itiraz edecek kimsenin kalmayacağı kadar geç yazılmalı.

İşte bu düşüncelerle Celal Şengör’ün “Cehennemdeki Üniversiteliler” kitabını aldım. Tahminimin aksine bir anı kitabı değilmiş, köşe yazılarından oluşan bir seçkiymiş. Olsun, yine de üniversitenin belirli bir dönemiyle ilgili anı parçacıkları kitabın bir çok yerinde vardı.

Sanırım Şengör’ü tanımayan yoktur: Türkiye’nin en büyük bilim insanlarından biri olduğu tartışılmaz; bunun yanı sıra çok bilgili birisi olarak da bilinir. Yakın bir arkadaşı bana “Ya, bu Celal de her bir boku biliyor,” demişti. Tam da bu noktada çok tanındığı başka bir sözü, “İnsanlara dışkısını yedirmek işkence değildir,” demesi de benim aklıma geliyor. Bunun dışında hayranlık sözcüğüyle bile tam olarak karşılanamayacak ordu sevgisi, bir kamu üniversitesindeki konuşmasını sadece Hava Kuvvetleri başka bir konuşma önerdi diye iptal edip, “emir telakki edip” gelip garnizonda konuşma yapması vs. kamuoyunun bildiği diğer özellikleri.

Kitabı okudukça 'Aydın kimdir?' sorusu geldi aklıma. Çok bilgili olmak yetmiyor kanımca, aynı zamanda yaşananların arkasındaki üretim ilişkilerini görmek, hatta o da yetmez, tavır almak da gerekiyor her tür otoriteye karşı. Aksi takdirde entelektüel düzey düşmesini insanların kişisel tercihlerine bağlar, Belçika’nın Kongo’yu işgalinde okul ve yol yapması gibi olumlu yanlar da bulur, çevre kirliliği için Marksistleri de suçlarsınız. Celal Şengör bunu yapıyor.

Şengör daha önceki yazılarında bir astsubayın, bir profesörden daha bilgili olduğunu ileri sürebilmişti. Yeni kitabında bunu bir adım daha öteye taşıyor, mesleki refleksinin askeri dünyanın en dürüst, en bilgili, en şefkatli, en şerefli, en özgürlükçü insanı yaptığını ileri sürebiliyor. Hadi bu yazının altında tarihi yok diyelim ama Aralık 2016 tarihli önsözde de düşüncelerinden vazgeçmediği anlaşılıyor. Hani, ordunun profesyonel kesiminin neredeyse yarısının FETÖ’cü olduğunun ortaya saçıldığı zamanda bile bunlar yazılabiliyorsa pes demekten başka seçenek kalmıyor. Şimdi anlatabildim mi aydın olmanın ne olmadığını?

Celal Şengör’ün kitabında askerlerin ne derece bilgili hatta sanatın öncüsü olduğu bile söylenirken,  arkadaşı Kemal Gürüz anılarını yazdığı “Aklımdan Başka Silahın Yok ki!” adlı kitapta askerlerin iş yoğunluğundan sanatla ilgilenemediklerini söylediklerini aktarıyor! Sadece bu mu? Tahir Hatipoğlu’nun yargılanma anılarını içeren son kitabı “Bir Akademik Özgürlük Savaşçısı” nda ise eski bir genelkurmay başkanının “İtiraf edeyim, şiir kitaplarıyla ilk kez hapishanede karşılaştım,” dediğini yazıyor! Kim bilgili? Kim öncü? Unutmadan söyleyeyim, Hatipoğlu’nun davalarının çoğunu açan kişi Gürüz’dür.

Gürüz’le Şengör’ün yakın dostlukları bir sır değil. Zaten Şengör, kitabını Gürüz’e ithaf etmekle kalmamış, yazılarında onu Hasan Ali Yücel’le bir tutuyor. Gürüz de kitabında Şengör’ü aynı şekilde övüyor ve onu YÖK üyeliğine seçtirmek için ne kadar uğraştığını anlatıyor. Gürüz’ün kitabının önsözünü de Şengör yazmış. Her ikisinin de YÖK’ün kurucusu İhsan Doğramacı ile ilgili çok sert sözleri var. Örneğin, Şengör, “Kişisel çıkarlarını ülke çıkarlarının üstünde tutan, haris, akılsız ama kurnaz” “sahip olduğu Bilkent için Türk yükseköğretimini feda eden” derken, zamanında Doğramacı’nın prensi olarak anılan Gürüz, “Onun yükseköğretim diye bir derdi yoktu, üniversiteler onun ticari faaliyetleri için uygun ortamdı,” veya ”ÖSYM onun için önemli bir gelir kaynağı olarak düzenlenmişti,” vs. Tamam, ben de söylediklerinin doğru olduğunu düşünüyorum ama bunları neden Doğramacı ölmeden yazmadıklarını anlamıyorum. İkisinin de bunu yapmak için olanakları, dergilerde köşeleri vardı, istedikleri anda herhangi bir medyada bu sözleri söyleyebilirlerdi ama bildiğim kadarıyla yapmadılar. Neden? Yazının başında söylediğim anı yazarken zamanlamaya dikkat etmek böyle bir şey işte. Doğramacı ne yanıt verirdi, gerçekten merak ediyorum.

Kemal Gürüz, Ergenekon davasından gözaltına alındığı sıralarda “Ne Ergenekon’u yahu, ben Amerikancıyım,” dediğini gazeteler yazmıştı. Hatipoğlu’nun kitabında da bu noktaya değiniliyor. Gürüz ise böyle bir ifadesi olmadığını söylüyor. Bana sorarsanız, sanki bu sözleri kulağımla duymuş gibiyim televizyondan ama elbette belleğim beni yanıltıyor olabilir. Anımsarsınız, yıllar önce, o dönemin en popüler futbolcusu Ronaldinho’nun oynadığı, sanırım bir reklam filmi vardı: Ronaldinho topu penaltı noktasına koyup vuruyor, top kale üst direğine çarpıp ilk noktaya geri dönüyor, top sekerken Ronaldinho tekrar vuruyor top tekrar aynı yere vurup geliyor ve bu böyle sürüyordu. Sonradan bunun bir film hilesi olduğu açıklandı ama Ronaldinho yaptığı için herkes inanmıştı. Gürüz’ünki de o hesap.

Çok uzatmadan. Hatipoğlu’nun bir anısıyla yazıyı sonlandırayım. “1970'li yıllarda polis evimi bastı ancak “Sex 70” den başka el koyacak kitap bulamadı. Ertesi gün bir polis gelip, “Hocam, kitapları bu sabah sıkıyönetim komutanlığına teslim edecektik, gece nöbetçi polisler kitabı yürütmüşler. Tutanakta da var, teslim etmemiz gerekiyor. Siz bir tane daha bulabilir misiniz?” dedi. O kitaptan arkadaşım Atagün ile birer tane almıştık. Telefon ettim, evinden aldılar. Ama ona bir şey denmedi!”

1Mahmut Dikerdem. Eserler. “Salon verir, sokak alırız”.  Yazılama, 2013.

 


Cehennemdeki Üniversiteliler, A.M.Celal Şengör, Ka, 2016. Etiket fiyatı 20 TL

 


Aklımdan Başka Silahım Yok ki ! Kemal Gürüz, Ka, 2015. Etiket Fiyatı 30 TL

 


Bir Akademik Özgürlük Savaşçısı, M. Tahir Hatipoğlu, Selvi, 2016. Henüz dağıtıma çıkmadı, acil gereksinimi olanla paylaşabilirim.