Üniversitelere yerleşme/yerleştirme işlemleri bitmek üzere.
Ve yüzbinlerce gencimiz, en geç seksenli yılların başından bu yana kim bilir kaçıncı kez, yine kocaman bir ‘üniversite yalanı’nı yaşamaya başlayacak.
Şu an ülkemizdeki üniversitelerin sayısı, vakıf üniversiteleri ile birlikte, sanırım yüz sekseni aştı. Yani, il başına neredeyse iki üniversite gibi bir oran. Yani bu sayının içi gerçekten ya da gerçeklerle dolu olsa, bilimden ve bilim insanından geçilmeyen bir ülke olmamız gerekir.
Ama durum, bilindiği, bilinmesi gerektiği ya da bilinmezden gelindiği üzere, böyle değil. Bırakalım bilimden ve bilim insanından geçilmezliği, varlık gerekçeleri gereği üniversitelerimiz, yani yüz sekseni aşkın ‘bilim yuvamız’ uluslararası istatistiklere göre ‘bilimsel verim’ dökümlerinde ya hiç yer almıyor, ya da son sıraların bekçiliğini yapıyor.
O halde, bu demektir ki ortada tuhaf bir ‘yanlışlık’ var.
Yoksa, evet, yoksa, ‘iğrenç bir yalan var’ mı diyelim?
Kaç kuşaktır sürdürülen bir yalan.
Liseyi bitiren gençlerimizi, son yıllarda güvenilirliği gittikçe daha tartışma konusu olan bir sınavın eleğinden geçirdikten sonra, ‘üniversitelere’ buyur ediyoruz.
“Artık birer üniversiteli oldunuz’ diyoruz.
Oysa ‘üniversite’ diye adlandırılan kurumların büyük çoğunluğunun verdiği eğitim, sıradan bir meslek okulunda verilen eğitimin düzeyinin çok altında. Üstelik bunların tabelalarında ‘Meslek Okulu’ ya da ‘Yüksek Meslek Okulu’ yerine ‘…Üniversitesi’ diye yazdığından, uygulamada karşılaştıklarımız ‘üniversite olmaya özenen meslek okulları’ gibi bir ucube çıkıyor. Çünkü bu kurumlar, sonuçta ne meslek okulu ne de üniversite olabiliyorlar; birer ‘yüksek öğrenim ucubesi’ olarak sırıtıyorlar.
Gerçi son yıllarda sayıları her yıl katlanan ‘Vakıf Üniversiteleri’, kayıt tarihleri geldiğinde basına verdikleri rengârenk reklamlarla birer üniversite oldukları savını içeren yalanlarını farkında olmaksızın kendileri çürüttükleri için, çıplak gerçeğin gözler önüne serilmesine büyük katkıda bulunuyorlar. Çünkü bu bilim yuvaları(!); reklamlarında örneğin uluslar arası alandaki bilimsel başarılarıyla, kitaplıklarının zenginliğiyle, öğrencileri tarafından gerçekleştirilen bilimsel projelerle vb. övünmüyorlar; onların renkli ve renksiz reklamlarının konusunu kampüslerindeki binalar, ‘sosyal’ tesisler, yemekhaneler, öğrencilerin kaldıkları odalar vb. oluşturuyor.
Bu arada reklam metinlerinde bu bilim yuvalarının ‘yabancı dilde’ eğitim verdikleri çoğu kez özellikle vurgulanıyor. Bu ‘yabancı dil’den kast edilen, İngilizce oluyor. Ve ‘yabancı dilde’ eğitim vermek, hep bir ‘ayrıcalık’ sunma şeklinde nitelendiriliyor. Bu metinler, Türk üniversitelerinde Türk hocaların Türk öğrencileri ile yabancı dilde konuşmalarını gösteren renkli sınıf resimleri ile de süsleniyor. Resimler sessiz oldukları için, genelde konuşulan ‘yabancı dil’in aslında ‘Tarzanca’ olduğu şimdilik ‘aramızda’ kalıyor. Tıpkı bu üniversitelerde ‘yabancı dilde’ ders veren hocaların yurt dışına bildiri sunmak üzere gittiklerinde, mutlaka tercümanlardan yararlandıkları gerçeğinin de aramızda kaldığı gibi! Dünyada yabancı dilde eğitim veren üniversitelerin günümüzde ancak vaktiyle sömürge olan bazı ülkelerde bulunabildiği gerçeğinden ise sanırım hiç söz edilmiyor.
Son olarak belirtilmesi gereken nokta, üniversitelerimizin büyük çoğunluğunda düşüncenin ‘eleştirel’ olanından söz edilmesinin neredeyse yasak olması. Örneğin “Başlangıcından Günümüze Eleştirel Düşüncenin Gelişmesi” başlıklı bir dersi bu üniversitelerde kabul ettirebilmek neredeyse olanaksız.
Şimdi belki: “Ama bu ne demek? Bilim yuvaları olmaları gereken üniversitelerde eleştirel düşünce nasıl engellenebilir?” diyeceksiniz. Elbette engellenemez. Ama bu yazının konusu da zaten ‘gerçek üniversiteler’ değil, sadece ‘Üniversite Yalanı’!