Üniversite neden kurulur?

Aslında sadece bu çalışmada değil, bu konuda farklı illere ilişkin okuduğum on civarındaki kitapta da benzer sonuçlara varılıyordu: önce ekonomik, sonra sosyal katkı bekleniyor üniversiteden; bilimsel katkı beklentisi ise yok değil ama son sıralarda. Kısacası üniversiteyi düşünen pek yok. 

Eskiden ilçelerin girişinde, özellikle de biraz büyüklerse, kesinlikle bir “İl Olmak İstiyoruz” tabelası bulunurdu. İlçede yaşayanlar bir araya gelip, konuyu tartıştıktan sonra oylama yapıp bu isteği dile getirme kararı almış olamayacaklarına göre, kimin bu tabelayı astığını merak ederdim. Elbette, bunun “ilçenin ileri gelenleri” olduğunu tahmin etmek güç değildi ama ben bu tipleri ve özellikle de karar süreçlerini merak ederdim. Sonra bunların bir kısmı il oldu ve talepler değişti ve eski tabelalar boyanıp üzerine “Üniversite İstiyoruz” yazıldı. Yine tahmin edilebileceği gibi, her iki istekte de sorun ekonomikti. Bu talep de karşılandı ve her ile, hatta ilçeye en azından bir meslek yüksek okulu açıldı; öğrenci geldi ve müşteri miktarı arttı. Bu da yetmedi, bu kez “Müstakil Üniversite İstiyoruz” tabelaları ortaya çıktı. Amaç daha fazla öğrenciydi, kimse üniversiteye ne olur diye düşünmüyordu. Mete Kaynar ve İsmet Parlak’ın “Her ‘İl’e Bir Üniversite. Türkiye’de Yüksek Öğretim Sisteminin Çöküşü”* kitabı aslında durumu daha isminden başlayarak çok güzel özetler.

Ama iş burada da durmadı, bırakın her ile bir üniversiteyi bugün toplam üniversite sayısı 209! İşin tek olumlu yönü neredeyse iki yıldır yeni bir üniversite açılmayışı. Sanırım, boş bir apartman veya atıl durumda katlı otopark bulunamadığı için olsa gerek çünkü nasıl olsa bir “girişimci” burayı üniversiteye dönüştürmeye kalkardı.

Gerçekten de üniversiteye bir gelir kapısı olarak bakılıyor: özel üniversiteler bir tür diploma ticareti yaparken, üniversitenin açıldığı yere gelen öğrencilerin yaptıkları harcamaları bekleyen bir toplam da var. Ali Rıza Saklı editörlüğünde hazırlanan Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Öğrenci ve Akademisyenleri ile Rize Halkının Karşılıklı Algı ve Beklentileri başlıklı çalışma bu söylediklerimin somut kanıtlarını sunuyor. Aslında sadece bu çalışmada değil, bu konuda farklı illere ilişkin okuduğum on civarındaki kitapta da benzer sonuçlara varılıyordu: önce ekonomik, sonra sosyal katkı bekleniyor üniversiteden; bilimsel katkı beklentisi ise yok değil ama son sıralarda. Kısacası üniversiteyi düşünen pek yok.

Bu arada kitabın diğer özelliklerinden de söz etmeliyim; okuduğum kent-üniversite ilişkisini ele alan en güzel çalışma. Bunu üç nedenle söyleyebiliyorum: Birincisi, okur araştırmanın bulgularına ayrıntılı olarak ulaşabiliyor. Bence, bir araştırma kitap haline getirilecekse böyle yapılmalı ki okur da çıkarımların doğruluğunu kontrol edebilsin. İkincisi, “bu çalışmadan genellenebilir sonuçlar çıkarılmamalıdır” diyerek sınırlarını ortaya koyması. Üçüncüsü de, teorik bir yaklaşım olarak tarihte her gördüğü medreseyi üniversite olarak nitelendirmeyip, üniversite tarihini çok gerilere götürmemesi. Yani Harran vs.’yi ilk üniversite olarak değerlendirmemesi. Bu tip kurumları, “üniversite öncesi yüksek öğretim kurumları” olarak ele alması yerinde bir yaklaşım.

Neyse, konuya dönecek olursak her üniversitenin kendisine özgü ve kendisiyle simgeleşen bir kuruluş gerekçesi olması gerekir. Ancak bu koşulda ve bu hedeften sapılmazsa üniversite halini alabilir. Yoksa tabelayı asıp, öğrenci almak yetmez.

Bu bağlamda verilebilecek en iyi örneklerden birisi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi (DTCF)’dir. Cumhuriyetle birlikte Türkiye, misyonunu ‘modernleşme’ olarak tanımlamıştı. İşte DTCF bu misyonun ete kemiğe büründüğü ve ulus devletin gerekçesini teorize etmek için yeni Türkiye’nin kurduğu ilk fakülteydi (Henüz Ankara Üniversitesi yoktu).  Zaten fakültenin isminde yer alan üç ana konu da boşuna seçilmemişti ve bu isme sahip dünyadaki tek fakülteydi. Hayriye Erbaş, Bir Cumhuriyet Çınarı kitabında Sözlü Tanıklıklarla Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin 75 Yılı’nı ele alıyor, kuruluştan başlayarak.

DTCF’nin kuruluş amacı çok net olduğu için ilk adımların da nasıl olacağı belliydi. Önce yurtiçi ve dışından konusunda dünyanın önde gelen bilim insanları bir araya toplandı. Arkasından her bölüme ayrı bir kütüphane yapıldı ve sonrasında bölümdeki herkes, öğrencisinden ordinaryüs profesörüne kadar, burada toplanmaya başladı. Yeni alınan bir kitap, önce salonda masa üzerinde 15 gün kadar tutulur herkes kitabı görüp inceler, sonra kaydı yapılıp kütüphaneye konulurdu. Demek istediğim, hedef bilimsel çalışmaydı ve gerekli bilimsel ortam sağlanmıştı. Zaten ilk alınan öğrenciler içinden Halil İnalcık, Muazzez İlmiye Çığ, Nimet-Tahsin Özgüç gibi isimler yetişmişti.

DTCF’de bilimsel süreç gerçekten zorluydu. Örneğin sonradan çok önemli bir bilim tarihçisi olacak Sevim Tekeli, Aydın Sayılı ile, ki dünyada bilim tarih doktorası yapan ilk kişidir, doktoraya başlarken konuyu astronomi tarihinden belirlerler. Ve sonra Sayılı, Tekeli’ye önce Fen Fakültesine gidip eğitim görüp, astronomi sertifikası almasını, sonra konuyu araştırabilmek için Arapça öğrenmesini, İngilizce bilmenin yetmeyeceğini, bu yüzden hemen Almanca ve Fransızca da öğrenmesi gerektiğini söyler. Şaka gibi değil mi? Ama dönemin DTCF’si için hayır! Tekeli denilenlerin tümünü yaptıktan sonra, beklenildiği gibi müthiş bir doktora tezi hazırlar.

Evet, tarih, coğrafya ve doğu dilleri bölümlerini DTCF misyonu içinde anlamak kolay. Ama ya batı dilleri? Batı Dilleri filolojilerinde amaç, örneğin Fransız Dili ve Edebiyatı’nda, Fransızca öğrenmek, Fransız edebiyatı uzmanı olmak değildi, bu bir araçtı kendi kültürünü öğrenmek, anlamak için.  İşte DTCF’nin kuruluş amacı da buydu. Elbette amaç net olunca bilimsel üretim de kaçınılmaz oluyor. Örneğin, Türkiye’nin yedi coğrafi bölgeye 1941 yılında DTCF’de ayrılması gibi.

Biraz hacimli de olsa (1010 sayfa); bu tip kitapları çok yararlı buluyorum; bireyi içine alan tarih çalışmaları ortaya çıkıyor.  Sözlü tarih çalışmaları önemli. Belki bilmiyorsunuzdur, sosyal bilimlerde yöntem sorunun iki kırılma noktasından biridir bu: 1929 ekonomik krizinden sonra Amerika’da işsiz gazeteci ve araştırmacılara iş bulmak için ülke çapında ihmal edilmiş kesimlerin yaşamlarını derleme görevi verilmişti. Oluşan arşiv, önemli bir kaynak oluşturmakla kalmamış, sözlü tarih çalışmalarını bir yöntem olarak kabul ettirmişti de. Erbaş, bu yöntemin yetkin örneklerinden birini veriyor. Meraklısı için yazmalıyım, ikinci kırılma da Amerikalı sosyal bilimci Stouffer’in başta istatistik olmak üzere fen bilimlerinin tekelinde sayılan nicel ölçümlerin ve deneyciliğin sosyal bilimlerde yaygın kullanımını başlattığı, İkinci Dünya Savaşı’nı ele aldığı The American Soldier çalışmasıydı. Bu çalışmada 500.000’in üzerindeki askere 200’ü aşkın ayrıntılı soruyu kapsayan anket yapılmıştı.

Neyse, önce Alman bilim insanlarının gönderilmesi, sonra 1948 tasfiyesi ve sonrasında YÖK ile DTCF çok şey kaybetti ama bir üniversitenin neden kurulması gerektiği konusunda da çok iyi bir örnek olarak kaldı.

Belirli bir amaçla kurulmaya bir diğer örnek de ODTÜ olabilir. Doğrusu esas olarak Ford Vakfı desteğiyle beyin göçünü organize hale getirmek için kurulmuştu. Elbette bunu yapabilmek için, yani deyim yerindeyse doğru beyinleri bulmak ve göçe hazırlamak için ciddi bir bilimsel araştırma alt yapısına gereksinim vardı ve bunu yaptılar. Ayşen Savaş’ın Cumhuriyetin 75. Yılı etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen ve kurumsallaşma sürecini gösterdiği Belgelerle ODTÜ isimli sergi kitabında araştırma alt yapısının daha ilk günlerden hazırlandığı açıkça görülüyor. Evet, zaman içerisinde ODTÜ’deki mücadele ABD’nin isteklerinin tam karşısında yer alsa da amaç doğrultusunda yaratılan bilimsel gelenek hala etkinliğini korumaktadır.  

Sanırım ODTÜ-DTCF farkını her iki yerde de çalışan Ayşegül Yüksel çok iyi ifade ediyor: “ODTÜ’de öğretim üyesi olmakla her zaman övünmüşümdür. Onun ardından DTCF öğretim üyesi olmaktan hem onur, hem çok büyük mutluluk duydum”. İkisi de onur verir ama biri buna bir de mutluluk ekler.

Eğer bir üniversitenin kuruluş gerekçesi yoksa ne bunları hissedebilir ne de ifade edebilirsiniz.

*Paragraf Yayınları, 2005

KÜNYELER:

-Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Öğrenci ve Akademisyenleri ile Rize Halkının Karşılıklı Algı ve Beklentileri. Ali Rıza Saklı (Ed); Recep Tayyip Erdoğan Üni. Yay.  2017. Yaygın dağıtımı yok, üniversitede satış fiyatı 15 TL.

-Bir Cumhuriyet Çınarı. Sözlü Tanıklıklarla Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin 75 Yılı. Hayriye Erbaş, İş Bankası Yay. 2016. Etiket fiyatı 44 TL.

-Belgelerle ODTÜ. Ayşen Savaş, ODTÜ Yay. Tarih yok. Üniversiteden bulunabilir mi bilmiyorum ama sahaflarda 70 TL.