Ulusun icadı

Bana kalırsa bu yazıyı bir giriş kabul edelim ve devamını getirelim. Tarihin en önemli icatlarından birisi için hiç de fazla olmaz.

Başlık biraz garip duruyor ama özellikle seçtim; ulus kavramının bir zorunluluk olmadığını anlatmak için. Uluslar ve Ulusçuluk kitabının yazarı Ernest Gellner ulus kavramının evrensel bir kural değil, olumsallık olduğunu söylüyor. Yani olmasının ya da olmamasının olasılık içerisinde olduğunu. Daha kolay, anlaşılır bir biçimde ifade etmek gerekirse ulus kavramının bir “icat” olduğu söylenebilir. Biliyorsunuz, etnik grup olarak tanımlanan toplulukların ulus ismini almaları kapitalizmin ortaya çıkışına denk gelir. Etnik grup, kendine siyasal bir sınır istemeye ve bu sınırları çizmeye başladığında siyasallaşır ve bu da milliyetçiliği doğurur.(1) Bir etnik grubun bu şekilde siyasallaşması kapitalist üretim tarzının yeşermesiyle ve burjuva sınıfın ilkin sınırları belirli bir coğrafi bölgede faaliyet göstererek sermaye birikimini sağlayacağı teritoryal bir devlet ihtiyacıyla çakışmıştır.(2) Yani “Kültür, siyasal bir sınır haline gelmiştir.” (s.202) Kapitalizm, bu sınırlar içerisinde ulusal değerler ve ulusal kültürü yeniden üretmiştir. Artık dışa karşı korunabilecek ve sermaye birikimini sağlayabilecek bir pazar vardır.

Ulusçuluk ideolojisi kapitalizm için bir zorunluluk olmasa da sınırlar içerisinde iş birliği, sınır ötesindeyse rekabet için başlangıçta kullanışlı bir enstrüman olmuştur. Ancak her enstrüman gibi karakterini onu kullanan kişinin sınıfsal yapısından almış ve emperyalizmle birlikte emperyalizme karşı bir meşru direnç noktası haline gelmiştir. Yani kapitalizm kendi yarattığı canavarla boğuşmak zorunda kalmıştır.  Ancak bu kez yeni duruma uygun, yeni bir hamle yapmış ve çok uluslu devletleri bölerek uluslaşmaya yine kendi karakterini vermiştir: Yugoslavya örneği gibi.  

Gellner’in Uluslar ve Ulusçuluk kitabının konuyla ilgili en önemli yapıtlardan biri olduğunu, daha doğrusu önemli bir tartışma metni olduğunu söyleyebilirim.

KÜNYE: Uluslar ve Ulusçuluk. Ernest Gellner, Çev.: Büşra Ersanlı, Günay Göksu Özdoğan. Daha önce İnsan Yay. basmıştı. Kitapçılarda Hil Yay., 3. Baskı 2018 var, fiyatı 40 TL civarında.

Sonrasında gelinen noktada iş öyle boyutlarda ki sporcular ulusal formalar altında yarışıyor, herhangi bir alanda başarılı kişiler illaki ulusal kimlikleri ile anılıyor vs.  Ama bu arada kavramın ekonomik kökeni unutuluyor. Neyse ki yine kendi ideologları anımsatıyor da bellek tazeliyoruz: Tüm zamanların en büyük pazarlama kuramcısı (yoksa gurusu mu desem?) kabul edilen Philip Kotler, iki arkadaşıyla birlikte yazdıkları Ulusların Pazarlanması kitabında pazarlama kavramının ülkelere de uyarlanabileceğini anlatıyor. Alt başlığı “Ulusal refahı oluşturmada stratejik bir yaklaşım” olan kitapta artık ulusal sınırlar içerisindeki üretimin yetersiz kalacağını, hiçbir ulusun sağlıklı bir yerel ekonomiye sahip olma lüksü olmadığını söyleyip global pazara açılımın gereğini anlatıyor. Kitabın ismi yanıltmasın, ülkelerin satılmasını kastetmiyor elbette. Söylediği, markalaşmanın zorunluluğu. 

KÜNYE: Ulusların Pazarlanması. Philip Kotler, Somkid Jatusripitak, Suvit Maesincee.  Çev.: Ahmet Buğdaycı. İş Bankası Yay., sahaflarda 10-105 TL arası.

Tüm bu anlatılar, artan nüfus kadar kaynakların artmadığı teorisine dayanıyor. Aslında bu görüş Uluslar ve Ulusçuluk’un temel savlarından olan ve Malthusçuluğun tarım toplumunun özelliği olduğu ancak sanayileşme ile birlikte de bu sorunun aşıldığı görüşüyle çelişiyor.

Ulusların Pazarlanması’nı okurken yazarların kimi zaman hadlerini fazlasıyla aştıklarını gördüm. Örneğin, Şili’de seçimle gelen Allende hükümetini devirerek faşist bir diktatörlük kuran orduya ABD yardımını normal bir işmiş gibi anlatmaları veya Kuzey Kore’ye de sosyalizm sonrası için piyasalaşma

Bir Ekşi Sözlük yazarının şu sözlerini aktarmadan geçemeyeceğim: “Bu adam senelerdir aynı kitabın chapterlarının yerlerini değiştirerek öğrencilerin sırtından para kazanmaktadır. İşte bu da kendisinin pazarlama alanında ne kadar başarılı olduğunu tekrar kanıtlamaktadır.(3)

Tüm bunların ötesinde küresel rekabetin ulusa ne faydası olduğunu neden insanların kendilerine sormadığını hep merak ederim. Geçenlerde Koç grubunun Ford Romanya’yı satın aldığını okudum. Eminim çok kişinin ulusal gururunu okşamıştır bu başarı. Peki ama ülkede yoksulluğun bu denli arttığı bir dönemde bunun, örneğin asgari ücrete bir katkısı olacak mı? Veya fiyatlar düşecek mi? Yoksa, ülke yoksullaştığı için mi bu alımı yapabildiler? Biz bu insanlarla kederde kıvançta ortak değil miydik? Sanırım bu sorular yaygınlaşırsa bir şeyler kolaylaşacaktır.

Jean-Jacques Servan-Schreider rekabete karşı Avrupa’daki ulusları (ülke değil) uyardığı Amerika Meydan Okuyor isimli kitabında otuz yıl içerisinde (kitap 1967 yılında yazılmış) ABD’de kişi başına düşen milli gelirin 7500 dolara çıkacağını, günlük çalışmanın yedi saate ineceğini, insanların yılda 147 gün çalışıp 218 gün de diledikleri gibi (altını ben çizdim) yaşayacakları bir dünya olacağını ve diğer ulusların ABD’nin gerisinde kalmamaları gerektiğini söylüyor. Ama işlerin böyle yürümediğini biliyoruz. ABD’de kişi başına düşen milli gelir 2000 yılında kırk bin dolar civarına ulaşmıştı, yani 7500 doların çok üzerinde. Ama bunun insanlara istedikleri gibi yaşam şansı vermesi bir yana ABD'nin en büyük kâr amacı gütmeyen kuruluşlarından olan United Way'in hazırladığı araştırma raporunda, ülkede bulunan 119 milyon hane halkının 50,8 milyonunun (yüzde 42,6'sının) yiyecek, konut, sağlık, çocuk bakımı, ulaşım  gibi temel yaşam gereksinimlerini aylık bütçeleriyle karşılayamadığı belirtiliyor ve 16,1 milyon hane halkının (yüzde 13,5'inin) federal yoksulluk sınırının altında yaşadığı söyleniyor. (4) Demek istediğim ulusal gelirin artması halk için bir şey ifade etmiyor, önemli olan artan bu ulusal gelirin nasıl dağıldığı. Diğer yerler de farklı değil: Dünya Bankasına göre günlük 1,90 dolar ve altında kazanç elde edenlerin sayısı, 2020 yılında dünya nüfusunun yüzde 9,4'ünü oluşturdu. Almanya’da nüfusun yüzde 16,1’i, İngiltere’de yüzde 21,6’sı yoksul kabul ediliyor.

KÜNYE: Amerika Meydan Okuyor. J.J. Servan-Schreiber. Çev.: Necdet Sander, Sander Yay., 1968. Sahaflarda 3-70 TL arası.

Geleceğe yönelik projeksiyonu tek tutmayan Servan-Schreider değil. Yine 1968 yılında ABD’de bir grup akademisyen, o zamanlar çok yeni olan bilgisayar teknolojisini de kullanarak nüfus, tarımsal üretim, doğal kaynaklar, sanayi üretimi ve çevre kirlenmesi gibi beş temel öğeyi incelemişler. Bu öğeleri seçmelerinin nedeni, onları ekonomik büyümeyi belirleyen ve sınırlayanlar olarak değerlendirmeleri. Sonuçta, ciddi değişimler yapılmadığı sürece 70 yıl gibi bir süre içerisinde sosyal ve ekonomik sistemin tamamen çökeceğini öngörmüşler. Tüm süreci ve verilerini Ekonomik Büyümenin Sınırları adı altında yayınlamışlar. Verilen sürenin sonuna yaklaşmamıza karşın henüz ufukta çöküş görünmüyor. Diğer yandan Ekonomik Büyümenin Sınırları’na, Amerika Meydan Okuyor’un ayrıntılandırılmış şekli olarak da bakılabilir. Elbette, bu kitabı almamın nedeni sadece projeksiyon sonuçlarını görmek değildi, asıl, sayılan sorunların ulusal değil sınıfsal olduğunu ve çözüm için de ulusal değil, sınıfsal yaklaşımların gerekli olduğunu söyleyebilmekti. Böyle bakılırsa kalan 16 yıldan bir şeyler bekleyebilir miyiz, bilmiyorum.

KÜNYE: Ekonomik Büyümenin Sınırları. Donella H. Meadows, Dennis L. Meadows, Jorgen Randers, William W. Behrens III. Çev.: Kemal Tosun ve ark., İstanbul Üni. Yay., 1990. Üniversiteden bulunabilir mi bilmiyorum ama sahaflarda 75- 200 TL arası. 

Yeniden ulus kavramına dönecek olursak konunun aslında en rahat yorumlanabileceği coğrafyalardan birinin Türkiye olduğunu düşünüyorum. Öyle ya, uluslaşma sürecini en geç yaşayan etnik gruplardan biri olduğumuz için, bir iki kuşak öncesinden gelen anılar ve sürecin halâ farklı boyutlarda süren sıkıntıları, bellekleri taze tutuyor. Uluslaşma süreci için bence en iyi kaynak Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya kitabı. Resmi olarak Atatürk’ün yaşamını anlatan bir kitap olarak bilinse de rahatlıkla dediğim şekilde okunabileceğini düşünüyorum. Atay’ın sözleriyle, “Atatürk kadar iç ve dış, özel ve resmi yaşayışı birbirine karışan, iç içe giren, hatta birbirinden ayrılmayan belki de pek az tarih adamı vardır” (s.12). Böyle olunca, “Cumhuriyet ile birlikte ilk defa Türklüğümüze de kavuşuyorduk” (s.446) sözü Mustafa Kemal’in yaşamında rahatlıkla izlenebiliyor. Balkan Savaşları ile diğer ulusların ayrılması, ulusalcı sancılar, emperyalizmin bu bulanıklığı kullanmaya çalışması, erken kapitalist girişimler, ulusal kurtuluş savaşı, devrimler, sanayileşme adımları… Bunların hepsine uluslaşma süreci olarak bakıldığında tüm teorik çıkarımlar ete kemiğe bürünmüş oluyor.

KÜNYE: Çankaya. Falif Rıfkı Atay. Daha önce çeşitli yayınevlerinden çıkmıştı. Kitapçılarda Pozitif Yay. baskısı var, fiyatı 55 TL civarında.

Falih Rıfkı yaşamının önemli kısmını Mustafa Kemal’in yanında geçirmiş, gazetecilik dışında neredeyse başka bir görev almamış bir kişi. Aynı zamanda çağının okumuş yazmış adamlarından. Bu açıdan anlattıklarının dönemin en önemli tanıklıklarından olduğunu düşünüyorum. Etnisite için şunları söylüyor: “Birinci Dünya Harbinden önce Anadolu’da Türk ve Müslüman olmayanların nüfusu yüzde kırka yaklaşmakta idi.” (s.449). Ve devam ediyor: “Ne acıdır ki bu facia (tehcir) olmasaydı Kuvay-i Milliye hareketi tutunamazdı.” (s.450).    

Diğer yandan İktisat Kongresi’nde ve diğer ekonomik kararlarda görülebileceği gibi ülkede sermaye birikimi için gerekli koşullar oluşturuluyordu ve doğrusunu söylemek gerekirse bu Mustafa Kemal karizmasının bile önüne geçemeyeceği kadar güçlü bir akımdı. Örneğin, Atay şunları anlatıyor: “Sabit olunmuştur ki, Mustafa Kemal şapka ve Latin harfleri devrimlerini başarabilecek kadar kuvvetli bir idare kurmuş, fakat bir şehir planını tatbik edebilecek kuvvette bir idare kuramamıştı.” (s.421). Şapka Devrimi deyince küçümsemeyin, topluma bunu kabul ettirmek hiç de kolay değildi. Falih Rıfkı bile şapkayı şöyle anlatıyor: “Parmağımın ucunu dokundurdum ve hemen, ateş yalamış gibi, geri çektim. Parmağımı üstüne süremiyordum. Simsiyah bir şey… Gözü, kulağı ve sesi varmış gibi bir şey…” Düşünün, Falih Rıfkı bile böyle hissederken Anadolu’nun küçük bir kasabasındakiler ne durumdadır? Bu koşullara karşın zorlanmayan, bununla kalmayıp hilafeti bile kaldıran Atatürk; Ankara imar planındaki rantın önüne geçemiyordu. İşte bu tip örnekler ulus kavramının hangi koşullarda ve neden ortaya çıktığını tartışmak için çok iyi fırsat bence.

Bana kalırsa bu yazıyı bir giriş kabul edelim ve devamını getirelim. Tarihin en önemli icatlarından birisi için hiç de fazla olmaz.

(1)Barth F. Etnik Gruplar ve Sınırları, Çev.: Kaya A,  Gürkan, S. Bağlam Yay., 2001.

(2)https://gelenek.org/ulus-devlet-etnisite-ve-milliyetcilik-sinif-mucadelesinde-nereye-ve-nasil-oturur/

(3)https://eksisozluk.com/philip-kotler--92651?p=2

(4)https://www.cnnturk.com/dunya/abd-halkinin-yuzde-43u-yoksul