Üç soruda 'istifa' olayı: 'Özgül ağırlık', öncü deprem ve siyaset dersleri

Tek adam rejimlerinde istifa-tasfiye süreçleri nasıl işler?

Tek adam rejimini, kavramın çağrıştırdığı anlamlardan biraz daha zengin ve siyasetin doğasında olan kimi niteliklerle birlikte düşünmek gerekiyor. 

Siyasette, hele ki düzen siyasetinde, önemli görevlerde bulunan kişiler, kendi bireysel niteliklerinin yanı sıra sermaye sınıfının belli bir bölmesinin, bir ideolojik uzanımın, bir grubun politik temsilciliğini de üstlenirler. Bu bakımdan, siyaset sahnesindeki isimleri aynı tornadan çıkmış insanlar olarak değerlendiremeyiz. Bülent Arınç’la özdeşleşen “özgül ağırlık” tanımlamasının gerçek hayatta da bir karşılığı elbette vardır. 

“Tek adamlık” olgusunu ise tüm kararları tek bir kişinin düşündüğü, uygulattığı bir yönetim biçimi olarak görmek yanlış olur. Burada mekanizma daha çok, “tek adamın” karşı çıktığı, istemediği şeylerin yapılamaması şeklinde işler. Ayrıca, yukarıda anılan farklı kişilikleri bir arada tutabilen kişidir “tek adam”. Elbette, bunu şöyle bir yansıması da vardır: Yönetimdeki kişiler “tek adamın” bir arada tutabildiği isimlerdir. 

Peki, yine bu “tek adam rejimi” çerçevesinde tasfiyeleri veya görevden almaları hangi dinamikler tetikler? Uygulamalar, süreçler “tek adam” tarafından en azından onaylandığı için, tasfiye ince hesaplanmalı ve şartsa hayata geçmelidir. Bu kriterler de kabaca şöyle sıralanabilir:

- Bir uygulama geniş toplumsal kesimlerde infial yaratmıştır ve tek adamı kurtarmak için biri feda edilmelidir;
- “Bir arada tutma” dediğimiz olgu bir pasta paylaşımını da içermektedir. Bir kişi veya grubun hak ettiğinden fazlasını istediği düşünülmüştür;
- Yine, bir grubun veya onu temsil eden kişinin, politik iddialar bakımından “tek adamlığı” tehdit edecek iddialar taşıdığı değerlendirilmiştir;
- Köklü bir politika değişikliğine gidilecektir ve bu, önceki dönemde önemli olan bir grupla vedalaşmayı gerektirmiştir.

Süleyman Soylu’nun istifasını Erdoğan neden kabul etmedi? Yaşanan, Erdoğan’ı kurtarma oyunu muydu?

Süreci yalnızca bir kurtarma oyunu olarak göremeyiz. Hatırlanacağı gibi, daha önce Doğru Yol Partisi’nde çalışan ve Demokrat Parti Genel Başkanlığı yapan Süleyman Soylu, 2012 yılında AKP’ye girmişti. Mehmet Ağar ve Tansu Çiller gibi isimler ve onların özellikle de Kürt meselesinde temsil ettiği çizginin, sermaye ve bürokrasideki izdüşümünün bir temsilcisi olarak parlayan Soylu, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı görevinin ardından İçişleri Bakanlığı görevlerine atandı. Soylu’nun son dönemde, AKP içerisinde bir ideolojik çizgiden ziyade pasta paylaşımında yaşanan gerilimlerin sonucu olarak doğduğu anlaşılan “Pelikan grubuyla” ve bunların siyasi temsilcisi olarak görülen Damat Berat Albayrak ile bir çekişme içinde olduğu da sık yazılıp çizildi. Ayrıca, Soylu, ideolojik ve bürokratik referansları ve uygulamaları itibarıyla AKP-MHP yakınlaşmasının kilit isimlerinden biri olarak görüldü. Geçen cuma gecesi yaşanan “sokağa çıkma rezaleti”nde ise Soylu gözlerin çevrildiği isim oldu.

Öyleyse, Süleyman Soylu istifa-tasfiye denkleminde, yukarıda belirttiğimiz koşullar arasındaki dört maddeden ilk ikisinin tartışılabileceği görülebilir. Zira, evet, infiale neden olan bir uygulama hayata geçti. Evet, yönetimdeki gruplar arasında bir çekişme mevcuttu ve Soylu burada bir kliği temsil ediyordu. Ancak, burada özellikle dördüncü maddeye, yani Kürt meselesine dönük yaklaşım başta olmak üzere AKP-MHP blokunu oluşturan parametrelerde bir değişim olup olmadığına bakmamız gerekiyor. Saray’ın halk desteği bakımından zayıfladığı bir dönemde, Soylu’nun temsil ettiği çizgiyle hesaplaşma içine girmenin, orada yara almanın şu an için kolay alınabilir bir risk olmadığını söyleyebiliriz. 

Üçüncü madde ise bir sonraki sorunun yanıtı olacak…

Bu gerilimden, kim kazançla, kim zararla çıktı?

Saray siyaseti çerçevesinde, o daire içinde kaldığımızda kaybeden her zaman emekçiler, halk olur. Öncelikle bunu hiç unutmamamız gerekiyor. Bu örnekte, salgın döneminde sokağa çıkma yasağı ve başka pek çok uygulamanın halka karşı işlenmiş suçlar olduğu tescillendi. Halk, bir nevi, “Suçlu ayağa kalk” dedi ve açık ki Saray’da bunun paniği yaşandı. Ancak sorun şu, eğer biz Saray Rejimi’ne bütünlüklü bir yaklaşımla bakamazsak, düzenin aktörleri arasında “iyi-kötü” ayrımlarına gidersek sorumlular her zaman kendilerini kurtaracak boşluklar bulur. 

Diğer taraftan, yukarıdaki maddelerden üçüncüsü açısından yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuz bir gerçek. 

Tek adamlığın kalıcı bir rejim olamamasının nedeni, farklı uçlar arasında tutkal vazifesi gören kişinin bir şekilde devreden çıkmasının ardından ne olacağı sorusuna yanıt bulunamamasıdır. Dengelerin yeniden kurulmasına kadar geçecek süreçte oluşan boşluk mutlaka başka şekillerde doldurulur ve bu sırada genelde önceki dönemin şanlı siyasi partisi tasfiye yaşar. Bir başka zorluk ise şudur, tek adamın aklında her zaman “acaba benim yerime oynamak isteyen biri var mı” sorusu vardır.

Süleyman Soylu’nun dünkü istifa açıklamasında “Hayatımın sonuna kadar sadık olacağım cumhurbaşkanım” ifadesi boş yere yazılmamıştır. Ancak…

AKP’nin uzun iktidar döneminde ilk defa, içişleri bakanlığı koltuğuna oturtulacak “önemde” bir kişi, istifa kartıyla giriştiği güç testinden “şimdilik” düşmeden çıkmıştır. Öyleyse, yukarıda üçüncü maddede yer alan “tehdit” unsurunun Erdoğan cephesinde Soylu için düne göre daha fazla geçerli olduğunu varsaymamız gerekir. Yanına bir not düşülmüştür, bundan sonra daha dikkatle izlenmesi ihtimal dahilindedir. Belki de en önemlisi, bundan sonra MHP ile ittifakta cisimleşen politik, ekonomik ve bürokratik koalisyon devam ettiği sürece kimseye “vazgeçilmez insan” payesi verilmemesi için yoğun bir çabaya girişilecektir. 

“İstifa” olayı, iktidar blokunun içindeki çatlakları, olası kırılma noktalarını ve zayıflıkları bir kez daha gün ışığına çıkaran bir “öncü deprem” olarak yorumlanmalıdır. 

Saray Rejimi’nin defoları şimdi düne göre daha fazla ortadadır. Ancak sürecin en önemli öznesi emekçi halk olmuştur ve bundan sonra da öyle olmaya devam edecektir. Öncünün, gerçek bir depreme dönüşmesi, fay hatlarında yaşanacak derin kırılma, emekçilerin farklı aktörleri, işleyiş biçimi ve hatta yarattığı “kendi muhalefeti” ile bir bütün olarak Saray Rejimi’ni sorgulamasıyla mümkün olabilir. 

Bunun için, halkı örgütlü kılacak, “ayağa kalk” diye haykırdığında suçluyu kaldıracak ellere kollara ihtiyaç vardır.