Üç doğu

Türkiye’nin değil, emperyalistleri doğusu… Yani Doğu Avrupa, Ortadoğu ve Uzakdoğu… Konu esas olarak ABD’nin bir süredir “dikkatini” Uzakdoğu’ya kaydırma eğiliminde olmasıyla ilgili. Uzak bir coğrafya olsa da mesele bizim bölgemiz üzerinde etkileri olan özellikler taşıyor ve ele alınmaya hak ediyor.

Bazı yazarlara göre bu yönelim güncellikle sınırlı bir açılımdan çok, önceden planlanmış uzun vadeli bir stratejinin parçası. Buna göre ABD’nin ana stratejisinin temel hedefi Rusya’nın kuşatılması ve yeniden bir tehdit haline gelmesinin engellenmesi üzerine kurulu. Bunun doğal uzantısı ise saydığımız üç coğrafyada Rusya’nın mevcut mevzilerinin geriletilmesi ve yeniden mevzi kazanma olanaklarının zayıflatılmasını içeriyor.

Saydığımız bu üç coğrafyaya ise eşzamanlı bir odaklanmadan çok, farklı zamanlara yayılan bir odaklanma olduğuna dikkat çekiliyor. Buna göre ABD politikasının genel eğilim olarak 80’ler ve 90’larda Doğu Avrupa’ya, 2000’ler ve 2010’ların ilk yarısında ise Ortadoğu’ya odaklandığı, 2010’ların ikinci yarısından itibaren ise siyasi ve askeri odaklanmasını Uzakdoğu’ya kaydıracağı ifade ediliyor. Bu söylenenler kuşkusuz genel eğilimleri ifade ediyor ve anılan dönemlerde ABD’nin başka coğrafyalarda adım atmadığı gibi bir iddia taşımıyor.

Sayılan ilk iki döneme dair tespitlerin ampirik olarak doğru olduğuna dair kanıtlar öne sürülebilir. Buna göre ilk dönemin açılışının Papa suikastıyla gerçekleştiği düşünülebilir ve doruk noktasına Sovyetler Birliği’nin önce Doğu Avrupa’dan çekilmesi ve ardından da çözülmesiyle ulaştığı söylenebilir. Kapanışın ise 1999’da NATO’nun Yugoslavya saldırısı ve 2001’de Sırbistan eski devlet başkanı Miloseviç’in bir sivil darbeyle indirilmesiyle gerçekleştiği yorumu yapılabilir. İkinci dönemin açılışı ise kuşkusuz 11 Eylül saldırılarıyla oldu ve doruk noktaları Irak işgali, “Arap Baharı” süreci ve Suriye’ye yönelik saldırılar oldu ve kapanışı ise henüz gerçekleşmedi.

Bu yaklaşımın eleştirisine geçmeden önce, ampirik olarak doğru olduğunu düşündüğüm bir noktasına daha değinmek istiyorum. Bu nokta, ABD’nin dikkatini bir bölgeden alırken, orada tam bir “çözüm”ün gerçekleşmemesi. Örneğin ABD 2001 yılıyla birlikte Ortadoğu’ya yönelirken, Doğu Avrupa’da kuşkusuz istediği gibi bir düzen kurmamıştı. Bu bölgede başta Ukrayna ve Belarus olmak üzere ABD için bir dizi önemli sorun varlığını sürdürmeye devam ediyordu. Dolayısıyla buna göre bugün için de ABD Uzakdoğu’ya yönelmek için Ortadoğu’yu “bitirmeyi” beklemeyecek.

Peki ABD’nin Uzakdoğu’ya odaklanma eğiliminde olduğu yönündeki işaretlerin 2010 yılından beri görülmesine rağmen, bu eğilim neden tam olarak gerçekleşemiyor ve ABD, Doğu Avrupa’da yaptığı gibi bir dizi sorunu olduğu haliyle bırakarak yığınağını Ortadoğu’dan kaydıramıyor?

Bu sorunun yanıtını ararken, yukarıda özetlediğin yaklaşıma yönelik eleştirimi de dile getirmek istiyorum. Birincisi, ne kadar “akıl” üretirse üretsin ve uzun vadeli planlamalar yaparsa yapsın, ABD devleti de kapitalizmin ürettiği kriz dinamikleri tarafından koşullandırılmaktadır. Bu nedenle örneğin 2008 ekonomik krizinin ABD’nin Ortadoğu’ya yeniden büyük ölçekli işgallerle (Suriye örneğinde) veya büyük ölçekli kredilendirme yoluyla mali araçlarla (Mısır örneğinde) müdahale olanaklarını nasıl zayıflattığını araştırarak görmek mümkün. Kısacası ekonomik kriz ABD’li planlamacıların yıllar önce yaptığı planların uygulanmasını zorlaştırmıştır.

İkinci nokta ise, ABD’ye karşı direnişlerin güçlenmesi ve başarılar elde etmesiyle birlikte bu planların değişmek zorunda kalmasıyla ilgili. Bir başka ifadeyle Suriye halkının direnişi sayesinde Esad’ın iktidarda kalmayı başarmış olması gerçek bir kırılma yaratarak ABD’nin Ortadoğu dönemini "kapatmasını" engellemiş gibi görünüyor.

Bu noktada akla, bugünlerde sık sık ifade edilen şu soru geliyor: ABD Esad’ı devirmekten vaz geçip, onun iktidarda kaldığı bir ara formüle razı olamaz mı ve böylece planladığı gibi Uzakdoğu’ya yönelemez mi? Evet, ABD’nin Baas çizgisiyle birlikte çalışması teorik olarak imkansız değil ve geçmişte bunun örneklerini gördük. Bununla birlikte ABD’nin bugün için Esad’ı kabullenmesinin mümkün olmadığını gösteren bir dizi gösterge bulunuyor.

Birincisi, dünya egemenliği iddiasındaki ABD’nin küçük bir ülkede kesin başarısızlığı kabullenmesinin bu iddiaya büyük bir darbe vuracağını görmek zor değil. Bu başarısızlık kuşkusuz diğer direniş odaklarına güç verecektir ve başta Rusya olmak üzere, potansiyel rakiplerine ise alan açacaktır. Dolayısıyla evet, ABD Esad’la birlikte çalışabilecek olsa da ve artık başka yerlere odaklanma eğiliminde olsa da, Esad’ı indirme defterini kapatmadan hareket etmek istemeyecektir.

İkincisi, ABD bundan kaynaklı hedefini açıkça dile de getirmiştir. Obama’ 11 Eylül’ün yıl dönümünde yaptığı konuşmada, Esad için “kaybettiği meşruiyeti bir daha asla geri kazanamayacaktır” demiştir.

Bu durum ABD’nin bu süreçte Esad’la ilişkilenen bir dizi taktik açılım yapamayacağı anlamına gelmiyor. Ancak bu açılımlar bahsettiğimiz hedefi değiştirmeyecektir. Örneğin NATO’nun 1999 Yugoslavya bombardımanı için Kosova gerekçe gösterilmişti ve Miloseviç saldırının ardından Kosova’dan çekilmeyi kabul ederek iktidarını koruyabileceğini sanmıştı. Ancak gelişmeler emperyalistlere tavizler verilerek bir şeyin kazanılamayacağını bir kez daha gösterdi ve emperyalistler iki yıl sonra Miloseviç’i indirmeyi başardı.

Bugün için de Esad’ın Suriye’nin en azından bir bölümünde iktidarını koruduğu ve BM’nin devreye girdiği bir dizi ara formülün kabul edilip uygulanmaya başlanması, ABD’nin Esad’ı indirme hedefinden vaz geçeceği anlamına gelmiyor.

Sonuç olarak, Suriye halkının direnişi bir kez daha emperyalistlerin uzun vadeli planlarının bozulmasının mümkün olduğunu göstermiştir. Ve ABD’nin farklı araçlarla aynı hedefe tekrar tekrar yönelmesini de bir kez daha başarısızlığa uğratmak mümkün olabilecektir. Kısacası, Suriye halkı sayesinde, beklenmedik ve büyük bir gelişme olmadığı sürece ABD’nin Uzakdoğu’ya odaklanma planı bir süre için daha tam olarak hayata geçemeyecek gibi görünüyor.