Tutkuyla yazmak: Göksel Altınışık
Göksel Altınışık tutkuyla yazıyor ve her yazdığını içten bir dille, sürükleyici bir tarzda yazıyor. Ama hep yazıyor: Öykü yazıyor, şiir yazıyor, eşiyle beraber yazıyor, öğrencilerle yazıyor, aşkı yazıyor, kadınları yazıyor, hasta öykülerini yazıyor, tezini yazıyor… Hep yazıyor.
Bu haftanın kitaplarını okuyup sonra yazmaya başladığımda, ülke büyük depremlerle sarsıldı. Bir yandan yazarken diğer yandan bir türlü kapatamadığım televizyonda korkunç görüntüler akıp gidiyor. Ortada devlet yok, insanlar ölüyor; sorumlu olanlar kader diyor, insanlar ölüyor; iletişim sınırlandırılıyor, insanlar ölüyor; olağanüstü hâl ilan ediliyor, insanlar ölüyor... Bu koşullarda yazmak zor, çok zor. Notlarıma bakıp bir şeyler yazıyorum ama istediğim gibi olmuyor, yazı akmıyor. Özür dilerim, bu koşullarda elimden daha fazlası gelmiyor.
Geçenlerde kadın edebiyatıyla ilgili şöyle yazmıştım: Göksel Altınışık son öykülerini, ‘kadınlara iyi geleceğini umduğu’ öykülerini, Mor Ayna Kırmızı Defter kitabında toplamış. Altınışık, epeydir takip ettiğim bir yazar; kitaplığıma baktım, daha önce dört kitabını okumuşum.(1) Yanılmışım, daha doğrusu yanıldığım konusunda uyarıldım: Mor Ayna Kırmızı Defter Altınışık’ın son kitabı olmadığı gibi yazdığı kitap sayısı da sandığımın çok üzerindeymiş. Yılmadım, okumaya başladım ama bu yazı için ancak yedi tanesini yetiştirebildim.
Aslına bakarsanız arka arkaya aynı yazarın kitaplarını okumam. Neden derseniz geçmişte garip, belki de talihsiz dememin daha doğru olduğu bir Panait Istrati deneyimim var. Şöyle anlatayım: Uzun yıllar önce, ilk gençlik yıllarımda, Istrati’nin on iki kitabını arka arkaya, araya başka bir yazarı sokmadan, okumuştum. Okumuştum ama çok sıkılmıştım. Sonradan düşündüğümde bunu aynı üslubu on iki kez deneyimlemeye ve kitaplar arasındaki benzerliğe ve bu ikisinin getirdiği tekdüzeliğe bağlamıştım. Doğru bir değerlendirme miydi, iddialı değilim çünkü sonuçta "Balkanların Maksim Gorki’si" denilen bir yazarı sevemedim ve bir daha okuyamadım. Kararım bundan sonra asla aynı yazarı ara vermeksizin okumamaktı. Ta ki Altınışık’a dek! Hemen söyleyeyim, sıkılmadım; hiç tekrar yoktu ve kimi zaman acaba hepsini aynı kişi mi yazdı diye aklımdan geçtiği oldu. Şimdi böyle derken iyi mi yoksa kötü mü bir şey söylediğimi bilemiyorum ama iki noktanın önemli olduğunu düşünüyorum: İlki, Altınışık’ın yazma tutkusu. Sanki yazarak var oluyor. İkincisi ise akıcı anlatımı. Şöyle açıklayayım: Doğa bilimciliğin (Altınışık hekim, profesör.) hatta belki de pozitivizmin getirdiği bir mekanik yazım tarzı vardır, takip eden cümleler arasında kesin mantıksal bağ olan ama diğer yandan da kuru bir dildir bu. Bir tür mesleki deformasyon denilebilir. Görüyorum ki bu durum Altınışık’ı hiç bozmamış, kalemi hala akıcı.
Hastaların gerçek öykülerinden oluşan sıcacık bir kitap Kalbimiz Attıkça. Edebiyat keyfi bir yana, başka bir değeri de var: Abartmıyorum, tıp müfredatında bile yer alabileceğini düşünüyorum; hem hasta-hekim ilişkisi açısından hem de hekimin kendisini ifade edebilmesi açısından. Bence yukarıda bahsettiğim dil bozulmasına çözüm olabilir.
Kitabı okurken "Hekimin hastaların dünyasına bu derece girmesi profesyonellik açısından doğru mu?" sorusunu elbette aklıma getirdi. Bana kalırsa Altınışık gibi denge iyi tutturulabildiği sürece sorun olmaz ama yine de herkes bu denli ustaca başaramayabilir. Kalbimiz Attıkça’da rahatsız olduğum tek nokta, hastalarına kitap veren bir hekimi görmek oldu. Bu işi sadece ben yapıyorum (Yapıyordum.) sanıyordum.
İnsan Anlattıklarıdır’daki öyküler çok güzel; okuru hemen sarıyor, içine çekiyor. Öyle ki bir öyküde Dikili’deki ismi geçen Günbatımı Restoran'ı kesinlikle arayacağım dedim okurken. "İsmi farklı olabilir ama nereyi anlattığını bulacağım." derken baktım internete, böyle bir yer var. Geriye bir tek oraya gitmek ve henüz okumadılarsa bir tane de İnsan Anlattıklarıdır vermek kalıyor.
Yine sıcak, samimi, sürükleyici öyküler anlatmış Altınışık. Özellikle kadınları anlatmada çok başarılı. Keşke çok önceden buna benzer öyküler okusaymışım diyorum. Yazının başında "Sanki yazarak var oluyor." derken doğru noktayı yakaladığımı da anlıyorum: "Anlatmaya tutkuyla bağlıyım…Oysa içimi bildiğimden, bunca zaman hem bu kadar çok anlatıp hem kendimi açık etmemeyi nasıl başardığıma şaşardım. Yazmak, bunda dengeyi yakalamamı sağladı."(s.156) Ve elbette Kalbimiz Attıkça’daki dengeyi de.
Göksel Altınışık insana umut ve iyimserlikle bakmayı Naklen Öyküler’de de sürdürüyor. Sanki bana bu kitapta ayrıntılar daha ustaca değerlendirilmiş, gözlemler sabırla bir araya getirilmiş gibi geldi. "Bir Kitabın Geliş Öyküsü" beni en çok etkileyenlerden biri oldu; okuduğum en duyarlı Sivas Katliamı öykülerinden olduğunu söyleyebilirim, üstelik doğrudan katliamı anlatmasa bile. Ayrıca diğer kitaplarında aradığım politik arka plan yerli yerine oturmuş burada.
Kitapların neredeyse tümünün başında çok sayıda kişiye teşekkür var. Belli ki yazma sürecini, çevresiyle paylaşma süreci haline getiriyor; kendini açıyor, öğretiyor, öğreniyor… Elbette öğretim üyesi olmasının kolaylaştırıcı etkisi vardır ama Altınışık bunu sınırları zorlayarak yapıyor. Örnekse Boyun Cüzdanı. Kitap, Darüşşafaka Lisesi öğrencilerinin şiirlerinden oluşuyor; tek ayrıklık, tahmin edilebileceği gibi Göksel Altınışık. O da benzer yaşlarda yazdıklarıyla katılmış kitaba. Yolları, olasılıkla bir söyleşi sırasında kesişince konuşma ortak bir kitap hazırlamaya gelir ve sonunda ortaya Boyun Cüzdanı çıkar. Ön söz yazan Ataol Behramoğlu şöyle değerlendiriyor: "Baştan sona okuduğum bu şiirlerin henüz şiirsel bir yetkinliğe ulaşamamış olduğunu gördüm. Şiire özgü bir tını duyumsatmaktan çok bir düşüncenin dile getirilmesinin ötesine geçememiş şiirlerdi. Attila İlhan, Ahmed Arif gibi şairlerimizin okunmuş, özümsenmiş olduğunu duyumsadım."(s.13) Elbette bu çocuklar, bu gençler daha çok okuyacak; daha yetkinlerini yazacaklar ama "Bugüne dek yazdıklarımı paylaşacak cesaretim olmadı."(s.39) diyenleri özendiren, isteklendiren, "cüretlendiren" bir Altınışık bulabilirler mi bilmiyorum ama bu ilk kitabın bile hepsini umutlandırıcı bir başlangıç olduğundan kuşkum yok.
Bunları yazınca Göksel Altınışık için şiiri sadece ilk gençlik dönemi hevesi gibi düşünmeyin, öykülerle beraber şiir de yazıyor. Elimde eşi Ali Ergur ile beraber yazdıkları En Zor Düello isimli kitap var. Düello sözcüğü insanda çatışma hatta daha ilerisini çağrıştırsa da burada çatışma yok, resmen flörtleşiyorlar. Ha derseniz ki "Her düello zaten özünde bir tür flörttür.", onu bilemem. İş başka noktalara gider, Lermontov’u bile yeniden değerlendirmek gerekir.
Örnekleri var ama çift yazarlı şiir kitabı pek alışılmış bir şey değil. Kitabın başında şiirleri kimin yazdığı benim için çok açıkken sonuna doğru bu açıklık kayboldu, Altınışık ve Ergur’un şiirleri birbirine yaklaşıyor gibi geldi bana. Sanırım bu da şiirin diyalektiği olsa gerek ya da ben böyle görmek istediğim için. Neyse, kendine özgü şiirler var kitapta. Okumak gerekiyor.
Sanırım ikisi de bu işten çok keyif almışlar ki ortak öykü yazmaya soyunmuşlar: İç İçe. Halikarnas Balıkçısı’nın, "Yazmasam deli olacağım." dediğini, Altınışık ve Ergur "içimizdeki dayanılmaz yazma arzusu"(s.7) şeklinde söylerken yukarıdaki "flörtleşme" yargımı doğrularcasına "Birbirimize âşık olduk."(s.8) diyorlar. Zaten bu da öykülerine aşk ve tutulma olarak yansıyor.
Tümü sürükleyici, yaşamın devamlılığı ve tükenmezliğini yansıtan öykülerde anlatılan yerleri görmek istedim kitabı okurken. Hani diyorum, diğer yazma işlerinden fırsat bulurlarsa "gezi rehberi" de yazsalar nasıl olur? Bence iyi bir öneri. El büyütüyorum, yemek kitabı yazsalar onu da okurum herhalde.
Göksel Altınışık bu arada durmamış; toplum bilimi eğitimi almış, bu da yetmemiş bir de yüksek lisans yapmış. Tezini de Cam Duvar adı altında kitaplaştırmış. Kitabın tam adı Cam Duvar Ardındaki COVID Hastaları. Neden Cam Duvar dediğini şöyle anlatıyor Altınışık: "Çünkü hastane odasının ya da yoğun bakımın duvarları ardında COVID hastalarının neler yaşadığını, kimi zaman pencerelerin kıyısında dışarıyı izlerken hissettiklerini görünür kılmak için yola çıkmıştım."(s.13)
Cam Duvar benim için ilginç bir kitap oldu. Pandemi dönemi kamuda çalışmamın yasak olduğu yıllara denk geldiğinden, yasak hala sürüyor, süreci bir hekim olarak değil de bir gözlemci olarak izlemiş olsam da sağlıkçılardan oluşan bir çevremin varlığı, en azından işe bu cepheden bakabilme olanağı sağlıyordu. Ancak sistemden ayrı olmam ve yakınımda hiç kimsenin hastalanmaması, beni konunun diğer yanından iyice uzaklaştırmıştı. Cam Duvar bu eksiğimin tamamlanması için fırsat oldu. Örneğin, "yurtdışından gelen haberlerden hastalığı öğrenme" durumu bana ilginç geldi. Sanırım her önemli olayda olduğu gibi devlet nasıl olsa gerçeği söylemez kabulüyle gözü kulağı yurtdışına çevirme durumu söz konusu. Aslında haksız da değiller, şimdi düşündüğümde o dönemde benim de yurtdışı kaynaklara baktığımı anımsadım.
Elbette sadece bu değil aldığım, ülkeyle ilgili önemli veriler de var kitapta çünkü "Olağanüstü durumlarda etik konuların nasıl ele alındığı, o topluluk için çok önemli ipuçları sunar." Doğrudan sorunu yaşayanların, sorunun kaynağını nerede aradıkları bence en önemli veridir o toplum için.
Şunu söyleyeyim, daha önce de yazmıştım, tezlerin kitaplaştırılmasını çok önemsiyorum. Bilimin topluma ulaşmasının yollarından bir tanesinin de bu olduğundan kuşkum yok. Ancak, tezlerin olduğu gibi kitaplaştırılmasını da yanlış buluyorum. Madem tezler belirli bir uzmanlık düzeyine yönelik, o zaman genel okur için gereksiz ayrıntılarla dolu olması kaçınılmaz. Bence tezlerin kitaplaştırılması, kesinlikle tez formatı dışında ve daha akıcı bir dille yapılmalı. Yöntem kısmı tümüyle çıkartılabilir örneğin. Şimdi düşünüyorum da bunu en iyi yapabilecek kişilerden birisi Altınışık.
Kısaca böyle... Göksel Altınışık tutkuyla yazıyor ve her yazdığını içten bir dille, sürükleyici bir tarzda yazıyor. Ama hep yazıyor: Öykü yazıyor, şiir yazıyor, eşiyle beraber yazıyor, öğrencilerle yazıyor, aşkı yazıyor, kadınları yazıyor, hasta öykülerini yazıyor, tezini yazıyor… Hep yazıyor. Künyelere bakın, bu haftanın kitapları üç yıl içerisinde basılmış. Geriye doğru saydığımda toplam on iki kitabını okuduğumu görüyorum. Yine geriye doğru düşündüğümde her yazdığını keyifle okuduğumu da anlıyorum. Asla "Panait Istrati sendromu" yaşamadım. Ancak Altınışık’ın bir yol ayrımında olduğu kanısındayım: Ya hep böyle yazacak ve eminim her zaman yazdıklarını bekleyen bir kitle bulacak ya da daha az yazacak, yazdıkları üzerinde daha fazla çalışacak; şiirleri ve öykülerini, deyim yerindeyse, damıtacak; gerektiğinde iki öykülük-şiirlik malzemeyi bir tanesinde kullanacak. Yani çıtayı yükseltecek. Elbette her iki seçenek de çok değerli ama bana sorarsanız ben ikincisinden yanayım.
(1) https://ilerihaber.org/yazar/kadin-edebiyati-konusu-148634
KÜNYELER:
- Kalbimiz Attıkça (2. baskı, 2019), İnsan Anlattıklarıdır (2019), Naklen Öyküler (2020); Lakin Yay., liste fiyatları 50 TL.
- Boyun Cüzdanı. Darüşşafaka Lisesi öğrencileriyle. Ateş Yay., 2021. Liste fiyatı 55 TL.
- En Zor Düello. Ali Ergur’la. Mantis Yay., 2020, liste fiyatı 35 TL.
- İç İçe. Ali Ergur’la. Lakin Yay., 2021. Liste fiyatı 55 TL.
- Cam Duvar. Raskolnikov Yay., 2021. Liste fiyatı 70 TL.