En son yazımızı “Türkiye’nin insanı kimdir” gibi altından kalkılması oldukça zor bir soruyla noktalamıştık. Üstelik bu soru durduk yere karşımıza çıkmadı.
Evet, gerçekten de Türkiye’de değişen yalnızca rejim değildir. Reisin yarattığı lider kültü, her türlü zorlu koşulda rejimi desteklemeye kararlı kitleler ve rejim ile kitleler arasındaki sıra dışı bağ, kimlik ve kültür sorunlarını bir kez daha önümüze çıkarmaktadır.
Peki “kimdir bu ülkenin insanı” sorusu doğru bir soru mudur? Üstelik çeşitli vesilelerle “kültürel kutuplaşmadan” bahsederken “bu ülkenin insanı” diye bir soyutlama yapma imkanımız var mıdır gerçekten?
İlk başta bunun imkansızlığından bahsedebiliriz evet.
“Türkiye’nin insanı” denilince türlü türlü görüntü aklımıza sökün edecektir. Ne ki sınıf, kent-köy, toplumsal cinsiyet, ideoloji, sağ-sol vs tüm kalemleri aşan ve hatta bunları alabildiğine ortak kesen, tam da böyle olabildiği için adına “toplum” denilen bir ortaklıktan bahsediyoruz kültür derken.
Bağcılar’daki lümpenle Erciş’deki köylüyü, Kadıköy’deki beyaz yakalıyla Antalya’daki esnafı birleştiren şey, bir Pakistanlı yahut Kanadalı ile olandan çok daha fazla ise bir “toplum”dan söz edebiliriz. Üstelik bu “toplum” denilen ortaklığın ulus-devlet, modernleşme, egemen ideoloji gibi son derece güçlü dinamikleri mevcut.
İşte bu ortaklığa bakıldığında kimi çıkarımlar yapmak mümkündür. Örneğin büyük yazar Oğuz Atay’ın Günlük’te yazdığı ünlü tespitlerinden biri şudur:
“Biz Steinbeck’in pamuk ve şeftali toplayan işçileriyle birlikte acı çekeriz, Hamlet’in meselesine katılırız. Palto bizi derinden sarar. Batılı değerlendirir, biz severiz”
Atay’ı takip edeceksek olursak aslında şunu söyleyebiliriz, evet bizde duygu, düşünce ve muhakemeye ağır basmaktadır.
Duygu muhakemeye, hınç eyleme, arzu özgürlük talebine ağır basmaktadır…
Elbette burada kültürel bir dip dalga olarak Türkiye insanının genel bir karakteristiğinden bahsediyoruz. Duygu yüklü Yeşilçam filmlerinden feryat figan arabeske, ağlak pop müzikten, romanlardan günümüzün bıçkın-delikanlı-mafyöz karakterleriyle yerli sinemasına, tortu gibi dipten varlığını duyuran bir kültür buradaki.
Biraz daha ötesine uzanalım.
“Bizim insanımızın kendi içine dönüp muhasebe yapması, vicdanıyla boğuştuktan sonra gene kendi iç fırtınaları sonucunda bir tercih ve bağlanmaya yönelmesi çok güçtür. Türk insanının tercih ve bağlanma süreçlerinin her evresi dışarıdan müdahaleyi, dayatmayı, norm getirmeyi ve yönlendirmeyi gerektirir.”(1)
Burada bir parantez açmak durumundayız. Yukarıda aktardığımız iki çıkarım da tartışmalı gelmiş olabilir. Yine de keyfi olmadıklarını belirtmek gerekir. Geç burjuva devrimi, devrimin eşitsiz gelişmesi, geri üretim tarzlarıyla kapitalist ilişkilerin uzun yıllar yan yana var olabilmesi, modern olan-geleneksel olan arasındaki özgül ilişkiler, okullaşma ve kentleşme süreçlerindeki ağırlık vb pek çok dinamik, kimlikleri ve örüntüleriyle “kültür alanını” belirlemektedir.
Üstelik tüm bunlar, kültürel bir dip dalga olarak duygunun düşünce/muhakemeye ağır basması ve bireysel derinliğin toplumun belirleyiciliği karşısında cılız kalması, başlı başına olumlu ya da olumsuz olarak nitelenemez. Diğer bir deyişle “kavganın sıcağında” da, düzene itaat ve onay eylemlerinde de aynı kültürel malzemeyi bulabiliriz.
Ne var ki bu kültürel malzemenin bugün üzerine binenler dramatik bir tablo ortaya çıkarmaktadır. Bugün eklenenler, dijital kültür, sonsuz bir “şimdi” yaşamı, sosyal medya, narsistik kişilik organizasyonlarının kitlesel yaygınlığı vb.
Dramatik olan, bu kültürel yatağın bugünün burjuva siyasetine ve özellikle de onun popülist janrına oldukça uyumlu olmasıdır.
Zira “reisçilik” özel türde bir popülizm örneğidir. Dışarıdan dayatma, norm getirme ve yönlendirme mi demiştik? Reisçilik, kitlelere tutunacak “değerler” üretmektedir. Değerler kendisini, görkemle, şanlı bir geçmişle, kefen giymelerle, dünya liderliğiyle, taşkın ve coşkun duygularla göstermektedir.
Düşünsel olarak son derece tutarsız önermeler belli bir duyguyla donatılıp makulleştirilebilir. Hep 50 liralık benzin alabilir, cep telefonunu kırarak doları yenebilirsiniz.
Narsisizmin, “ben neslinin”, kof yüceltmelerin, gaza gelmelerin ve tüm bunlara eşlik etmesi kaçınılmaz olan aşağılık komplekslerinin, kırılgan duyguların, ruhu öğüten dikenli tellerin yeri de burasıdır.
Popülist, pragmatist bir siyaset için vaat edilmiş gül bahçesidir karşımızdaki. Her gün yeni bir başlangıçtır. Burada tıpkı patolojik bir narsistin davranışında olduğu gibi dün düşman ilan edilen bugün en yakın dost, geçmişte can ciğer olunan artık en büyük düşman olabilir. Paranoya ile koşulsuz güven atbaşı gider.
Örnekler çoğaltılabilir. Özeti şudur ki eğer kültürel süreçlerden bahsediyorsak, AKP rejimi ile rejimin kitlesi arasındaki kompakt ilişkinin sırrı buralarda aranmalıdır.
1-Metin Çulhaoğlu, Bin Yıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, Sarmal Yayınları(1997); s.266