Türkiye’nin devrim çağının romanı

Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul romanı, Türkiye’nin devrim çağında geçer. Yazar kitabıyla ilgili bir konuşmada, bir dönemin insanlarını, eşyalarını ve evlerini anlatmak istediğini söyler(1). Anlatmak için İstanbul’u üçe bölmüştür ama kişileri çevreleriyle, ilişkileriyle, davranış biçimleriyle, ahlaklarıyla alabildiğine bütünleştirerek yazmıştır. Üç İstanbul’da bir çağın, değişim içinde romanesk tabloları çizilir. Ya da Mithat Cemal, büyük bir tiyatro sahnesinde 19. Yüzyıl Türkiye’sinin temsilini vermektedir. Bu sahnede tarihsel kişiler soluk, loş bir ışıkta görünürken, onun, dönemin kişilerinden yararlanarak oluşturduğu roman kişileri sahnenin ve ışığın odağında yer alırlar.

Romanın ana kişisi Adnan ve çevresindeki çok sayıda kişiyle Mithat Cemal, İstanbul’un üç devrinin toplumsal panoramasını ortaya koyar. Abdülhamit istibdadında çocukluğunu ve gençliğini yaşayan Adnan, gizli İttihat ve Terakki partisine katılarak mücadele eder; sürgündeyken 1908 devrimi olur. Devrimden sonra İstanbul’a dönerek avukatlık yapan Adnan partinin önemli adamlarındandır. O kadar önemlidir ki Mithat Cemal, “Adnan bir taksim üç İttihadı Terakki idi”(2) diye yazar. İktidara gelen partideki bu önem, kısa süre içinde Adnan’ı çok zengin yapar.

1908 Devrimi’nin temel programı devlet eliyle milli bir burjuva yaratmaktır. Mithat Cemal, yoksul çocuğu avukat Adnan’dan, kısa sürede, konaklarda yaşayan ve parasının hesabını bilmeyen bir zenginin nasıl yaratıldığını son derece inandırıcı ve tarihin mantığına uygun olarak yazmayı başarmıştır. İttihat ve Terakki’nin üçte biri olmak demek, Türkiye’nin zenginliklerine konmak için de önünde bütün kapıların açılması demektir. Mithat Cemal bu işin özünü birkaç roman cümlesine sığdırmayı bilmiştir: “Artık, her gün bir parça daha zengin oluyordu. Dahiliye Nazırıyla köprüye beraber indikleri her gün Adnan’ın Eminönü’ndeki yazıhanesine birkaç kocaman dava geliyordu: Saray kadar, çiftlik kadar, memleket kadar büyük davalar. Salonunda bilardo, parkında tenis oynanacak kadar ucu bucağı görünmeyen davalar… Fakat, o, temiz avukattı. Ona Ceza Kanununun bir tek kelimesini en usta hâkim tatbik edemezdi. Yalnız insanlar kıskançtırlar. ‘Servetin kendisi değil, miktarı cürümdür!’ diyorlardı.” (s. 348)

Temiz Adnan’ın, miktarı gittikçe büyüyen servetiyle birlikte suçu da büyüyordu. Aksaray’daki yoksul evde romanını yazmaya çalışan Adnan’dan gittikçe uzaklaşıyordu.

Çoğu ateist Osmanlı seçkinleri

Üç İstanbul romanının başında, bir ramazan gününün sonunda, iftar için Hidayet’in konağına giden davetlilerin anlatımı geniş yer tutar. Hidayet’in konağı ve konaktaki ziyafet de ayrıntılı biçimde betimlenir. Mithat Cemal, bu ziyafete gidenleri anlatırken, onların birbiriyle ilgili düşüncelerini de öğreniriz. Hem yazarın nesnel bakışı, hem karakterlerin öznel bakışı bütünleşerek, kişilerle ilgili göreceli gerçeğin daha iyi anlaşılmasını sağlar.

Hidayet’in konağındaki ziyafette dönemin Osmanlı toplumunun dikkate değer sınıf ve katmanlarının tipik örnekleri vardır. Adnan, Moiz ve Tevfik Hoca hukuk fakültesinden yeni mezun üç arkadaş, gençlik ve enerjileriyle bu toplumun geleceğini simgelerler. Daha sonra Adnan ile Moiz İttihat ve Terakki’yle ilişki kurarak devrimci eyleme de girişeceklerdir. Tevfik Hoca ise, tanrıtanımaz olan iki arkadaşına göre, dindar, tutucu bir kişidir. Fakat romanın başında arkadaşlarının ısrarıyla gittiği genelevde, bir sefahat âleminden sonra kişiliğinde bir başkalaşım olacaktır; o da dinden kopacaktır. Üç İstanbul romanı bize önemli bir gerçeği öğretir. Yirminci yüzyılın başında Osmanlı seçkinleri büyük ölçüde ateisttirler. Laisizmin temelleri o yıllarda atılmıştır.

Üç İstanbul, Adnan’ın Osmanlı’nın çöküşünü anlatan romanını yazma sahnesiyle başlar. Roman boyunca bu romanı bir türlü bitiremeyen Adnan, başlangıçta kendisini kalemiyle ihtilal çıkaracak birisi olarak görmektedir (s.72) Babası miralay Salim Bey, o sekiz yaşındayken 93 Harbinde şehit düşmüştür. Adnan, babasından kalan düşük maaşla veremli anası ve bakıcısıyla birlikte kıt kanaat geçinmektedir. Adnan ve arkadaşları yoksul halk çocuklarıdır. Moiz ile Tevfik Hoca, aynı bekâr odasını paylaşarak yoksulluk içinde fakülteyi bitirmişlerdir.

İstibdat İstanbul’unda Hidayet’in Konağı

Cağaloğlu’ndaki konağın sahibi Hidayet, Jurnal, rüşvet, hırsızlıkla simgelenen Abdülhamit döneminin tipik temsilcisidir. Mithat Cemal, onu anlatırken, “gündüz saraydan para alır, gece saraya söver”, der. Aldığı para, çevresindeki muhalif kişiler aleyhine yazdığı “jurnal”lerin ücretidir. Hidayet’in konağındaki ziyafette, sarayın muhalifleri de vardır. Saraya sövme işinde Hidayet hepsinden önde gider.

Osmanlı bürokrasisinin memurları, amedi hulefasından Ratip ve Dahiliye’de şifre mümeyyizi Sait Hidayet’in konağına gitmek için Yenicami önünden yola çıkarlar. Bu ikilinin aralarındaki konuşmalarla Mithat Cemal, Hidayet’in geçmişini anlatır. Bu geçmişte, feodal Osmanlı sisteminde yükselmenin ve servet edinmenin kirli anıları vardır. Hiçbir konuda doğru dürüst bilgisi ve kültürü bulunmayan Hidayet, dönemin bütün entelektüellerini konağında toplayarak, bazılarını dalkavuğuna çevirerek kendine yapay bir asalet ve saygınlık edinmiştir. Hidayet’in amcası Abdulhamit’in adamıdır, sarayda kalmaktadır. Hidayet’in zenginliği bu yakınlığın nüfuzundan gelir. Hidayet konağına istibdat karşıtlarının gelmesini özellikle ister. Hidayet’in konağında despot sultana sövülmesi de hiçbir emek harcamadan edinilmiş servetini artırmasına yarar.

Ziyafete katılanlardan Habibullah Efendi, Amerika’dan yeni dönmüştür, konuşulanlar karşısında çok şaşırır: “O, Amerika’da bile Abdulhamid’e bu kadar sövememişti; bu konaktaki hürriyete çenesine kadar inen gözlerle, hayret ederken Fransızca muallimi Kadri’nin sırıtan dudaklarına, ataşeneval Naşit’in alay eden gözlerine baktı, hiçbir şey anlayamadı.” (s. 102) Hidayet, sofrada İttihat ve Terakki liderlerinden Ahmet Rıza’nın her yerde yasak bazı makalelerini okumak istediğini söyleyince Habibullah iyice şaşırır ama bunun mantıklı açıklamasını Mithat Cemal şöyle yapacaktır: “Hidayet’in Ahmet Rıza’yı okuduğunu Sultan Hamit duyacak ve Avrupa’ya kaçmasın diye Hidayet’e ihsan verecekti.” (s.99) Çünkü amcası Saray’da yatıp kalkan “Hidayet Avrupa’ya kaçarsa, Cön Türkler Saray’ın bin sırrını bir saatte öğrenebilirlerdi.” (s.99)

Aynı ziyafete giden bir başka ikili de sefaret müsteşarı Nail ile Ataşenaval Naşit’tir. Bu iki tipi de roman boyunca toplumda yaşanan altüst oluşlarda değişen durumları ve kişilikleriyle izleriz.

Gevezeliğiyle ünlü eski Sivas Valisi Hulusi Paşa, ondan geri kalmayan Doktor Haldun, Duyunu Umumiye’de kalem şefi Sacit, müstantik Behçet, Hariciye’de mümeyyiz Burhan Osmanlı bürokrasisinde çeşitli mevkilerde görev yapan kişilerdir.

Fransızca muallimi Kadri, Sahhaf Arif, tapu müdürü Senih Efendi, Sakallı Vasfi, antikacı Boşnak Sadık da ziyafetteki halktan kişilerdir. Bunların çoğu, yoksulluğun havasına bile sindiği Sofular mahallesinde yaşarlar.

Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul romanı, baştan sona nesnelerin birliğini temel alarak oluşturulmuştur. Altı yüz sayfalık kitapta derinlemesine işlenmiş onlarca karakter, yüzlerce ayrıntının hiçbiri birbirinden kopuk ve ana örgüden bağımsız değildir. Yazarın Hidayetin konağındaki ziyafeti yola çıkanlardan başlayarak adım adım anlatışı, bu ziyafette tartışılan o günün Osmanlı toplumunun temel sorunları, kişilerin bu sorunların kaynağı, seyircisi ve kurbanı oluşları iç içe örülmüştür. Mithat Cemal, romanın girişinde, bu konakta bir araya getirdiği insanları roman boyunca yeri geldikçe karşımıza çıkaracaktır.

Mithat Cemal, Hidayet’in konağındaki bu ziyafetle sanki görkemli bir fresk çizmiştir. İnsanlar, davranışlar, jestler, eşyalar, her çeşit ayrıntı bu tabloya işlenmiştir.

Üç İstanbul’un tarihsel zamanı

Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul’da içinde yaşadığı bir devrin ve insanların, evlerin ve eşyaların romanını yazmaya çalışmıştır. Bir devri ayrıntılarına inerek titizlikle canlandırmak istemiştir. Bunu yaparken gerçekçi yöntemden yararlanmıştır. Gerçek kişileri değil, tipik karakterleri, tipik durum ve ilişkileri anlatmıştır. Değişme ve gelişmeleri nedensellikleriyle birlikte yazmaya özen göstermiştir. Bu nedenle Üç İstanbul’un yansıtmaya çalıştığı bir tarihsel zaman vardır. Türkiye’nin “devrim çağı” diyebileceğimiz 20. Yüzyılın ilk çeyreği romanın tarihsel zamanını oluşturur.

Romanın adı bu tarihsel süreci simgeler; Üç İstanbul, bir, Abdülhamit istibdatı altındaki İstanbul’u, iki, 1908 Devrimi’yle iktidara gelen İttihat ve Terakki yönetimindeki İstanbul’u ve üç, Harbi Umumi’deki yenilgiyle sonuçlanan bu dönemin sonunda, işgale de uğrayan Mütareke İstanbul’u biçiminde ayrıştırılabilir.

Mithat Cemal, birbirinden devrim ve savaş yenilgisiyle ayrılan bu üç devrin toplumsal yaşamda nasıl gerçek anlamda altüst oluş anlamına geldiğini karakterlerinin yaşamındaki dramatik “baht dönüşleriyle” göstermiştir. 1908 Devriminden sonra Adnan, Aksaray’daki yoksul evden ilkin Cağaloğlu’ndaki sonra Harbiye’deki konağa taşınmıştır. Önce Cağaloğlu’nda kiraladığı bir konağa taşınmasını, içten içe yerinde olmak istediği Hidayet’in ünlü konağının Cağaloğlu’nda olmasına bağlayabiliriz. İktidarda onunkinden de etkili bir konuma gelince onun mekânına da sahip olmak istemiştir. Daha sonra Hidayet’inkini de aşan bir konağı yeni iktidarın yeni mekânlarından Harbiye’de yaptıracaktır. Bir zamanlar kendisine paşa kızlarına öğretmenlik işi bulması için başvurduğu Hidayet bu kez kendisine bir devlet görevi verilmesi için Adnan’a ricaya gelmektedir. Bir zamanlar tarih dersleri verirken erişilmez gördüğü Erkanıharp Müşiri’nin kızı Belkıs 10 Temmuz Devrimi’nin bir mucizesi olarak, şimdi karısı olmuştur.

Ayakları baş eden devrim

10 Temmuz Devrimi, romanın birçok karakterinin hayatını altüst eder. Erkanıharp Müşiri’nin mermer yalısının zenginliğini, güç de olsa, bitirmiştir. Devrimden sonra, kendisine 10 Temmuz’cuların sadrazamlık önermek için birini gönderdiklerini düşünen Müşir, karşısında Müstantik Behçet’i bulur ve sorgulanmak üzere adliyeye götürülür. Bir süre Bekirağa Bölüğünde hapiste tutulur, sürgüne gönderilir, orda ölür. Belkıs’ın kocası Miralay Hüsrev ise, Mithat Cemal’in romanın bazı sahnelerinde şöyle bir gösterip geçtiği bir dilenci olur. Devrim gerçekten bazı ayakları baş, bazı başları ayak yapmıştır.

Romanda yalnızca bizim devrimimizin değil, 1917 Sovyet Devrimi’nin, hayatını altüst ettiği Rus prensi İvanoviç Nebinski ve kardeşi de vardır. Adnan’ın karısı Belkıs, tıpkı babası Erkanıharp Müşiri Nuri Paşa gibi servetini kaybedip ülkesinden sürülen ve İstanbul’a sığınan bu prense âşık olacaktır. Serveti demişken, Mithat Cemal, romanın ilgili her cümlesinde bu servetlerin yoksul halkın canı ve kanı bahasına elde edildiğini, büyük bir zulüm kaynağı olduğunu vurgulamayı hiç ihmal etmez. Belkıs’ın Prens’le ilk karşılaşmasındaki duygularını anlatırken, parmağındaki elmas yüzükle ilgili benzer bir açımlamayı yaptığı gibi: “Odada sanki iki kişiydiler. Çay fincanının kulpunu bulamazken hep bu Prense bakıyordu: Prens, bütün kibar insanlar gibi ne kadar lâkayttı; kimseye ayrı ayrı bakmıyordu, her şeyden bıktığı ne kadar belliydi; Belkıs’ın parmağındaki –günün adamlarından birinin karısı olduğunu anlatan pırlantayı- bu odada yalnız bu prens görmüyordu. Halbuki, zavallı İstanbul’da, ceza kanununa girecek kadar mahkemelik olan bu çok büyük elması misafirler demindenberi düşünüyorlar, Adnan’ın adını bu elmasta öğreniyorlardı. Belkıs, parmağındaki şu bir damla servetin şaşırttığı bu çay halkından rahatsız oluyor, bu ıstırabın içinde prensi daha çok beğeniyordu.” (s.468) Mithat Cemal’de nesneler, eşyalar, tavırlar bütünüyle sınıfsaldır ve roman cümleleri içinde kimi zaman, buradaki elmas yüzük örneğinde olduğu gibi, ekonomi politik anlamları dışavurulur. Üç İstanbul’un edebi büyüklüğü ve gücü bu bütünlüklü görüş ve anlamlandırma ustalığına dayalıdır.

Mithat Cemal, çöküş halinde Osmanlı’nın ve doğuş halinde kapitalist Türkiye’nin, insanlığını bastırmak zorunda bırakılmış, maskelenmiş, para ve mal mülk uğruna her türlü insani niteliğini yitirmiş insan tiplerini muhteşem bir romanda bir araya getirmiştir. Bu nedenle romanda karamsar bir atmosfer egemendir. Eleştirel bir gözlem gücüyle, birbirini boğazlayarak üste çıkmaya çalışan insan görünümlü bu aç gözlü, kibirli, bencil, cahil, küstah, dalkavuk yaratıkların mahşeri ortasında buluruz kendimizi.

Mithat Cemal’in kurgusu ve nesneleri birleştirmekteki eşsiz yeteneği, bu mahşerin içinde yolumuzu bulmamızı ve görmemiz gereken en küçük nesneden en devasasına her şeyi görmemizi, duyumsamamızı sağlar.

Bugünlerde İttihat Terakki’den söz eden çoksatar romanlar ortalığı kaplarken, hem gerçekçi bakış ve değerlendirme hem de kişileri, dili ve kurgusuyla güçlü bir roman okumak istiyorsanız, Üç İstanbul’u okumalısınız. Mithat Cemal’in bu biricik romanından sonra o çağla ilgili okuduğunuz her roman size çok yavan gelecektir.

1 Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, Dünya Kitapları, 2004, İstanbul, s.380.

2 Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul, Sander Yayınları, 1983, İstanbul, s.347. Üç İstanbul’dan bundan sonraki aktarmalar metinde parantez içinde sayfa sayısıyla belirtilecektir.