Türkiyelileşme serüveni: Quo Vadit?

Egemen sınıfların ideolojilere sadakat diye bir düsturu yoktur. Türk-İslam sentezi derken, yükselen Kürt hareketine karşı keskin bir dönüşle Doğu illerinin Kürt-İslam sentezine teslim edilmeye çalışılmasını izledik. Şimdi, Amerika Ortadoğu’da Barzani’nin gücüne ve Erdoğan’a güvenemeyeceğini anladığından daha modern muadiller arıyor. Ancak Amerika’dır; son kertede, onurlu, emekçiden yana ve özgürlükçü hiçbir Kürdü kabul edemez ve temelde, Türk gericiliği ile Kürt gericiliğini birleştirme çabasında bir değişiklik bulunmuyor. Farklı olan, Suriye’de rejimi düşürememiş olmasının ve bu çerçevede kendi adamlarını istediği gibi kontrol edememesinin getirdiği büyük sıkışmışlık durumudur. İmkanları burada aramak gerekiyor.

Politika bir güç yaratma, güç toplama ve güç sevketme sanatıysa, Amerika, Suriye cephesinde, neden olduğu çok büyük yıkım bir yana, başarısız olmuştur. ÖSO’nun artık esamesi okunmuyor; Esad yerindedir ve sonunda kendisi çekilecek dahi olsa Suriye’de rejimin değişmesi artık pek zor görünmektedir. Obama yönetimi, Washington’da Irak’ın “İran’ın yeni eyaleti” haline geldiği argümanına karşı kendini savunmaya çalışıyor ve ek olarak, PKK/PYD’yi Barzani’nin ideolojik ve nihayetinde politik hakimiyeti altına sokma umudunu yitirmiş, PKK/PYD’ye muhtaç olduğunu kabullenmiş görünüyor.

Muhtaçtır, ancak sorun bu kabullenişle bitmiyor. Bir yanda Barzani ve diğer yanda PKK/PYD güçleri çevresinde, doğrudan Amerika’nın “elinde” bir devlet bulunmuyor; bu tanıma en yakın sayabileceğimiz Irak’ın ordusu ve yönetimindeki İran etkisinin Amerika’da bulduğu yankıyı başka yazılarda ele aldım, ancak yukarıda aktardığım argüman da konuyla ilgili bir fikir veriyor. Amerika’nın somut olarak yanıt üretmek zorunda olduğu soru, Kürtlere, bulundukları coğrafyada hangi Amerikancı gücün koruyucu ve destek olabileceğidir. Elinde, her türlü güçlüğe rağmen, tek bir aday bulunuyor: Türkiye.

Öcalan “Eşme ruhu” diyordu ve Newroz meydanında okunan mesajında selamlıyordu; selamladığı ve selamlattırdığı, Süleyman Şah Türbesinin bir gece yarısı TSK-YPG ortak operasyonu ile Suriye Eşme’sine taşınmasıydı.

Yakın zamanda, Erdoğan’dan Vatan Partisi’ne farklı çevrelerin, TSK’nın Suriye topraklarına girip “Kürt avına” çıkabileceğini/çıkması gerektiğini savunduğunu biliyoruz; IŞİD bunun gerçekleşebileceğini düşünmese de, dile getirilmesine bile pek sevinmiş olmalıdır, ancak bu tehdidi/talebi buraya almaktaki amacım, meselenin başka bir boyutunu vurgulamak. Bu tehdidi/talebi sahiplenenler, Kobane döneminde tezkereyi savunurken de aynı “umutla” savunmuşlar ve nihayetinde TSK’nın PYD’ye yardıma gitmek üzere Türkiye topraklarından geçen peşmergeye göz kulak olmasını izlemişlerdi. Bu son tehdit/talep karşısında Amerikalı think-tankçiler ise eğlenmiş görünüyor; Washington Enstitüsü’nde “inemez, inemez amma TSK ileride illa biraz aşağıya inecekse PYD ile birlikte IŞİD’e karşı savaşır, pek de güzel olur,” yorumlarını okuyoruz.

Kolay değil, ancak Amerika’nın pek de gizlemediği planı budur, “Eşme ruhu”dur; Amerikancı bir Türk-Kürt cephesi örebilmektir. Bu planın HDP’nin geniş medya destekli “Türkiyelileşme” atılımında etkisi olmadığını söyleyemeyiz; gene de, Amerika’nın planları bir yana, mesele gerçeklikte nasıl bir “Türkiyelileşme”nin mümkün olabileceği meselesidir. Politika girifttir ve Amerika’nın, Erdoğan’ın başkanlığına karşı ve HDP’yi yükseltme çabası içinde, eninde sonunda HDP’yi, bir elinde Türk bayrağı, Türk ilerici seçmeninin oyuna talip olmaya çağırmak zorunda kaldığını biliyoruz.

İlerici Türk seçmeni, 7 Haziran’a giderken, tespihli CHP’den, seçimlerin meşruiyetini dahi tartışma konusu yapmayan sol’a, tüm politik öznelerce seçeneksiz bırakıldı ve HDP, işte bu kesişim noktasında durumdan iyi yararlandı. HDP’nin seçime parti olarak girme kararını, Amerika’ya ve Türkiye sermayesine dayanarak aldığını söylemek mümkün görünüyor. Amerika, seçimlere giden süreçte, tüm medya organlarında “win-win” diyordu; iki yolda da HDP kazanıyordu: HDP ya barajı geçer, böylelikle Erdoğan’ın başkanlık yolunu keser ve mecliste, anayasa pazarlığında elini güçlendirir, ya da altında kalır, Erdoğan’ın başkanlık yolunu ayaklanma ile keser, anayasa pazarlığında elini gene güçlendirir.

Amerika, HDP’ye “win-win” pazarlıyordu pazarlamasına ama, özellikle AKP’nin meclise hakim olmasını sağlayacak alternatifin, Türkiye ilericileri için hiç de öyle “win”lik bir yanı bulunmuyordu. İlerici kesimler, sonunda pek net iki seçenekle karşı karşıya bırakıldı: “ya Erdoğan’ın Başkanlığı ya HDP’ye oy” ve bu kadardır. Lafı çok dolandırmadan “şantaj” da diyebiliriz; ancak şantajdan daha önemlisi, HDP’nin bu kumarı kazanmasını sağlayanın, Şirin Payzın’ın koşulsuz desteğindense, ilerici kesimin kuşkularını yatıştırma zorunluluğunun farkında olan Demirtaş’ın “AKP’ye içeriden de, dışarıdan da destek olmayacağız” açıklaması olmasıdır.

Gezi’de ve Reyhanlı’da hükümete destek açıklamaları yapan HDP’nin, “Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışında Amerika ve Türkiye sermayesinin onayını görebiliyoruz, ama “AKP’ye içeriden de dışarıdan da destek olmayacağız” çıkışı Amerika ve sermayenin programının pek ilerisinde, örgütsüz ve programsız da olsa bu ülkenin ilericilerinin kazanımıdır. Sermayenin medyası HDP’yi yükseltmiş olabilir ancak HDP’nin 7 Haziran’da gördüğü desteğin kalıcı olmasını sağlayabilecek güç Şirin Payzın ve Cumhuriyet gazetesi değil, bu ülkenin ilericilerinin desteğidir ve bu destek bedava değildir.

Bedava değildir; ilericilerin desteğini alacaklarsa, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan olsun, diyemezler.

Bedava değildir; Amerika ve AB’nin yıllardır isteyip getiremediği anayasaya rıza isteyemezler.

Bedava değildir; tekke ve zaviyelerin kapatılmasını öngören kanunla kavga edemezler.

Bedava değildir; kemalistlere ve sosyalistlere, “laiklik üzerinden kavga etmek yanlış” dersleri veremezler.

Yukarıda saydıklarımın son ikisi, HDP’nin sosyalistlere ittifak çağrısı yaptığı günlerde gerçekleşti. Gene aynı günlerde, çocuktan al haberi, Pervin Buldan, “Öcalan Hakan Fidan’a çok güvendiğini birkaç kez belirtti” diyordu. Sosyalistlerin bu koşullarda bir ittifak kabul etmemesi maddenin tabiatı gereğidir.

Oy başka ve ittifak başkadır. Bir yanda, Amerika’nın oyununun kendisi için ne denli tehlikeli olabileceğini gittikçe daha çok hisseden Erdoğan’ın “çözüm” sürecini yokuşa sürmesi ile, diğer yanda, Can Dündar’ın “dışarıdan destek” haberinin etkilerinden korkan HDP’nin “destek vermeyeceğiz” açıklaması da seçime yaklaşan günlerde Türkiye’nin ilericileri ile HDP’nin arasındaki mesafeyi kısalttı. Ancak Türkiye ilericilerinin oylarıyla verdiği desteği yanlış okumamak önemlidir. Bu oylar, HDP’den çok AKP’ye karşı verilmiştir. Bu oyların sahipleri, “AKP’ye karşı” olduğu sürece HDP’ye destek vereceklerini göstermişlerdir ve fazlası yoktur.

Seçim sonuçları Türkiye’nin ihtiyaçlarını da, bu ülkenin ilericilerinin taleplerini de değiştirmedi. Obama’nın de-islamizasyon rüzgarı Türkiye’de esiyor, ancak Obama bu yola güçlü olduğu için değil, güçsüz olduğu için girdi ve hedefi yeni ve güncellenmiş bir Türk-Kürt gericileri birliği olsa da, “makas değiştirirken” bu ülkenin ilericilerinin oylarına muhtaç kaldı. Yineleyelim: Politika, bir güç yaratma, güç toplama ve güç sevketme, yönlendirme sanatıdır. Amerika ile sermayenin oyunu açık ve tehlike büyüktür; ancak gelinen durum, Türk ilericileri-Kürt ilericileri için de bir fırsattır. Bir zamanlar, “taraf olmayan bertaraf olur,” diyorlardı; şimdi “bu fırsatı Kürtlere sevimli görünmek için HDP’nin gerici çıkışlarına göz yumarak heba eden, heba olur,” diyoruz. Zaman, sosyalistler için, “AKP’ye düşman da karşı da olmadığı” açıklamaları yapan bir HDP ile yeni ittifak ya da bu yolda bir HDP’ye destek arayışlarında değil, gerici her açıklamanın ve adımın karşısına dikilerek ileri ve somut taleplerde birlikte mücadele çağrısında bulunma zamanıdır. “Hesap soracağız” ve genel af, başlangıçtır.