Türkiye'de çağdaşlaşma
Bence bugünün taktiklerini anlamak için bile okunmalı Berkes ama çağdaşlaşma başlığı altında toplanabilecek kazanımların kolay elde edilmediğini hiç unutmamak gerekiyor. İşte bu yüzden, okuduysanız bile, tekrar okumakta büyük yarar var Türkiye’de Çağdaşlaşma’yı.
Türkiye’de tarih yazımı, ama özellikle Cumhuriyet tarihi yazımı, 1960’lı yıllardan itibaren ciddi bir değişime uğradı. O güne dek kronoloji veya anılar şeklindeki tarihçilik, Bernard Lewis, Niyazi Berkes ve sonrasında Feroz Ahmad, Taner Timur gibi tarihçilerle nesnel bir anlatıma kavuşup, kendini mitlerden uzaklaştırıp, toplumbilimle bağlantılı bir bilimselliğe ulaştı.
Dediğim gibi, bu yazarlardan bir tanesi de Niyazi Berkes’ti. Özellikle Türkiye’de Çağdaşlaşma isimli eseri alanında klasikler arasındadır ve yıllardır yeni baskıları yapılmakta, okunmakta ve kaynak olarak kullanılmaktadır.
Künye: Türkiye’de Çağdaşlaşma. Niyazi Berkes. Daha önce Bilgi ve Doğu-Batı Yay., basmıştı, kitapçılarda YKY
baskısı var, fiyatı 75 TL.
Kitap önce 1964 yılında The Development of Secularism in Turkey başlığıyla İngilizce yayınlanmış. Sonra Cumhuriyet’in 50. yılı için kendisinden Türkiye'de modernleşme/çağdaşlaşma sorunuyla ilgili bir kitap hazırlaması istenen Niyazi Berkes, çalıştığı Kanada McGill Üniversitesi'nden iki yıl izin alıp, ilk metni genişleterek Türkiye’de Çağdaşlaşma’yı hazırlayıp, 1973 yılında Türkçe olarak yayınlanmıştır.
Burada bir parantez açıp, Berkes’in yaşamından söz etmem gerekiyor: 1908 Kıbrıs doğumlu olan Niyazi Berkes, İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümünü bitirdikten sonra aynı üniversitede sosyoloji asistanı olarak göreve başlar. Chicago Üniversitesi’nde doktorasını yaptıktan sonra, Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde doçent olarak çalışırken, komünistlikle suçlanarak 1948 yılında üniversiteden uzaklaştırılır ve Kanada’ya gider. Kendisinden kitap yazması istenmesini bir tür özür olarak mı değerlendirmek gerekir, bilemiyorum.
Şimdi diyeceksiniz ki bu denli eski ve çok okunan, bilinen, hakkında çok sayıda değerlendirme yazısı yayınlanmış bir kitaptan söz etmek nereden çıktı? Yanıtım çok net: ülkenin aydınlanma kazanımlarının kaybedildiği bir dönemde, çağdaşlaşma sürecine çok uzun zaman ve emek verildiğini, kolay olmadığını, unutmamak, anımsamak, anımsatmak gerekiyor. Direnç, bence böyle artırılabilir.
Türkiye’de Çağdaşlaşma 1700’lü yıllardan başlayarak Cumhuriyetin kuruluşuna dek çağdaşlaşma mücadelesini, esas olarak düşünce akımları çerçevesinde ele alarak tartışıyor ve bu süreçte Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşumuna yol açan dinamikleri ortaya koymaya çalışıyor. Berkes’in kitabının yayınlandığı yıl itibariyle iki önemli farklılığı var. İlki, Osmanlı’dan başlayan “dinselleşme”nin, aslında “çağdaşlaşma”ya karşı bir tepki olduğu. Şöyle diyor Berkes: “Gerilemenin temelinde yatan nedenler, ekonomik, teknolojik ve bilimsel gerileyişti. O zaman henüz din ya da şeriat diye bir gericilik engeli yoktu.” İkincisi ise “Batıcılığın” hiçbir yerde gerçekleşmemiş, bir bireyci aydın ütopyası olmasıdır. Berkes’e göre sosyolojik açıdan böyle bir kavram yoktur.
Osmanlı’nın gerilemeye başlamasıyla birlikte, doğal olarak çok sayıda aydın reform önerilerinde bulunmuştu. Neredeyse iki yüzyıl boyunca laiklikten, eğitim reformuna, kılık-kıyafetten, basın özgürlüğüne, Latin harflerinin kullanılmasına dek Cumhuriyetle birlikte yaşama geçecek olan pek çok devrim, değişik görüş olarak öne sürülmüştü. Berkes’in kitabından bu tartışmaların ayrıntılarına ulaşmak olası. İçlerinde Namık Kemal, Mizancı Murat gibi çok tanınan isimler olduğu gibi, Mustafa Sami veya Sadık Rıfat Paşa konuyla yakından ilgilenenler dışında pek de aşina olunmayan kişiler de var.
Aslına bakarsanız bir tür düşünce zenginliği olarak değerlendirilebilecek bu uzunca süreç genel olarak değerlendirildiğinde akla “neden tüm bu önerilerin yüzyıllar boyu yaşama geçirilemeyip, ama Mustafa Kemal ile birlikte tümünün gerçekleştiği” sorusu elbette gelecektir. Tüm yazılanlara bakıldığında Osmanlı aydınlarının hiç birisinin önerdikleri değişikliklerin toplumsal yapıyla bağlantısını kuramadıkları görülür. ‘Geri’ olarak nitelendirdikleri her şeyi alttan destekleyen, besleyen bir toplumsal karşılığı olduğunu saptayamadıkları kanısındayım. Reform önerilerinin ortaya çıktığı dönemde Osmanlı Devleti, tam olarak olmasa bile, bir tür sömürge olarak değerlendirilebilir. Belki “yarı-sömürge” doğru tanım olabilir. Diğer yandan üretim ilişkileri olsun, toplumsal ilişkiler olsun feodal veya yarı-feodal bir karakter gösteriyordu. Bu durumda yerelde feodaliteye, genelde de emperyalizme dokunmadan üstyapı reformlarını gerçekleştirme şansı yoktu. Cevdet Paşa’nın dediği gibi, “yapının temeli değil, tavanının süslemeleri değiştirilmeye çalışılınca” tüm emeklerin boşa gitmesi kaçınılmazdı.
Diğer yandan Osmanlı aydının neden bu noktayı göremediğini anlamak da çok kolay değil. Örneğin, Jön Türklerin Avrupa’da bulundukları dönemde sosyalizm mücadelesi belirli bir düzeydeydi. Üstelik Namık Kemal ve Suavi’nin Paris’te sonradan “İkinci Enternasyonal” olarak anılacak olan “Uluslararası İşçiler Derneği” ile de çok yakın ilişkileri olduğunu biliyoruz. Neden yararlanamadılar, anlaşılır gibi değil. Neyse, Mustafa Kemal’in farklılığı işte bu noktayı görmesi ve düşündüğünü yapabilecek iradeye sahip olmasındaydı. Ancak kendisinden önceki birikimin de yol haritasını oluşturmada önünü açtığı kuşkusuz.
Türkiye’de Çağdaşlaşma’da II. Abdülhamid dönemi de önemli bir yer tutuyor: “Abdülhamid’in bütün stratejisi ulema-bürokrat ve askerden kendine sadık bir çember yapmaktı… Halifeyle halk arasında hâfızlar, imamlar, şeyhler, şerifler, üfürükçüler, müneccimler, büyücüler vs. bol bol yetişmeye başladı…Sansür had safhadaydı…Kötüye giden ekonomik durum Düyun-u Umumiyenin kuruluşunu getirmişti…Şeriatçı ideolojide padişah halkı güden bir çobandı.” Bence bugünün taktiklerini anlamak için bile okunmalı Berkes ama çağdaşlaşma başlığı altında toplanabilecek kazanımların kolay elde edilmediğini hiç unutmamak gerekiyor.
İşte bu yüzden, okuduysanız bile, tekrar okumakta büyük yarar var Türkiye’de Çağdaşlaşma’yı.