Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nı (TİHV) sanırım bilirsiniz, en azından duymuşsunuzdur; işkence görenlere tedavi ve rehabilitasyon hizmeti sunan, işkencenin belgelenmesi ve önlenmesine ilişkin çalışmalar yürüten bir örgüt. Ankara dışında İstanbul, İzmir ve Diyarbakır’da temsilcilikleri, Van ve Cizre’de referans merkezleri var. Tam otuz yıldır insan hakları için uğraşıyorlar; evet herkes insan haklarından yana ama TİHV somut işler yapıyor ve bunları kayıt altına alıyor. İşte bu kayıtların bir kısmı da TİHV yayınlarını oluşturuyor. Elimdeki kitaplara baktım, 2020 tarihli olanı 137. yayın; yani en az 137 kitap basılmış!
TİHV’in düzenli yayınlarından bir tanesi de Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezleri Raporları. 2019 raporunu Ümit Biçer ve Aytül Uçar hazırlamış. TİHV, kuruluşundan 2019 sonuna dek 18.370 işkence ve diğer kötü muameleye maruz kalmış kişinin ve yakınlarının tedavi ve rehabilitasyon hizmetine erişimine katkı sağlamış. Bu sayı, 2019 yılı için 908. Üstelik bunlar sadece başvuranlar; işkence görenlerin gerçek sayısı çok yüksek olsa gerek çünkü Birleşmiş Milletler (BM) 2017 yılında, “toplantı ve gösteri hakkını kullanmak isteyen kişilere, kaçma olanağı olmadan acı ve ıstırap yaratma amaçlı zor kullanımını” işkence olarak nitelendirmişti. Gerçekten de resmi olmayan gözaltı yerlerinin ve gözaltı dışındaki ortamlarda işkence oranı yüzde 52,7! Tek sözcükle korkunç. Raporda da belirtildiği gibi “son yıllarda ülke ne yazık ki topyekûn olarak adeta bir işkence mekanına dönüştürülmüş”.
KÜNYE: -Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezleri Raporu 2019. Ümit Biçer, Aytül Uçar. 2020.
Raporun en çarpıcı noktalarından bir tanesi de işkence yapılanların 32’sinin çocuk olması. Başta kaba dayak olmak üzere, yakınlarına yapılan işkenceyi izletmek dahil, her türlü kötü muamele ile karşı karşıya kalmışlar. Ne diyeyim ki? Hani şu “aynı gemideyiz” muhabbetti var ya; her geçen gün gemiden atacaklarımın sayısı artıyor. Bu kitabı okuyunca işkencecileri de ekledim. Diyeceksiniz ki, bilmiyor muydun bunlar sanki? Biliyordum ama iş rakamlara dökülünce etki gücü artıyor; belgelemenin önemi burada işte. Neyse, basın özgürlüğü endeksinde 180 ülke arasında 154’üncü, hukukun üstünlüğü endeksinde 107/128, küresel barış endeksinde 152/163 olan bir ülkede daha iyisi olmazdı herhalde. Her şey birbirine ürkütücü bir biçimde bağlı; keşke diyalektiğin bu ilkesi olmasaydı, ama var ve Ümit Biçer’in Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları ve İstanbul Protokolü isimli çalışmasına göre 2012-16 yılları arasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurularda Türkiye, Ukrayna’dan sonra ikinci sırada. Biçer, İstanbul Protokolü’ne (İP) göre işkence yasağına (madde 3) giren ve karara bağlanmış 112 dosyayı değerlendirmiş. Biliyorsunuz, İP “adalet, hakikat ve onarım” süreçlerinde işkence ve kötü muamele iddialarının kanıtlanmasında BM tarafından temel başvuru kılavuzu olarak kabul ediliyor ve bu protokole göre mağdurların alternatif doktor raporu alabilmelerinin sağlanması ve bu raporların delil olarak kullanılabilmesi gerekiyor. TİHV’in önemi bu konuda attığı somut ve önemli adımlarda ortaya çıkıyor çünkü resmi raporlarda hastanın şikayetleri kısmında “şahıs nezarette kaldığı süre içinde şikâyeti olmadığını söyledi” ibaresini içeren bir kaşe kullanıldığını ben Biçer’in kitabından öğrendim.
KÜNYE: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları ve İstanbul Protokolü. Ümit Biçer, 2017.
Devletler son yıllarda ötekileştirdiği ve korumasız topluluklara yönelik hak ihlallerini, geleneksel kültürel yapılardan da destek alarak olağanlaştırmakta. Bu durum kimi zaman görmezden gelme, kimi zaman da hak ihlaline yol açan durumun onaylanması şeklinde olmakta. Ebru Timtik veya Grup Yorum cinayetlerinde veya Demirtaş örneğinde olduğu gibi: ya görmemek ya da “zaten onlar terörist” demek gibi. Bu “geleneksel kültürel yapı” feodalizmin hesaplaşmadan aşılma(ma)sı gibi görünüyor.
Ağır insan hakları ihlalinin akademideki karşılığı da KHK ile ihraçlar olsa gerek. Yine THİV yayınlarından Akademisyen İhraçları kitabının bu açıdan çarpıcı bir örnek olduğunu söyleyebilirim. Çalışmada esas olarak 91 KHK’lı akademisyenle yapılan görüşmelerin analizi yer alıyor. Bu kitabı okuyunca çekilen sıkıntıları daha iyi gördüm; evet ben de KHK’lıyım ama gerek akademik yaşamın sonuna yaklaşmış olmam, gerekse emeklilik hakkımın olması sorunları azaltıyor. Üstelik hekim olmamın getirdiği özel sektörde çalışabilme olanağı da var. Hoş, para karşılığı sağlık hizmeti verme seçeneğine hekimin, özellikle de akademisyen hekimin, zorlanmasının hatta bunun bir seçenek olarak ortada durmasının bile ayrı bir aşağılanma olduğunu düşünüyorum ama neyse, konuyu dağıtmayayım. Hak ihlali sadece ekonomik ve akademik boyutta değil, sosyal, psikolojik ve medikal sorunlar da yaratıyor. Kitapta çok sayıda çarpıcı örnek var, açın okuyun derim.
KÜNYE: Akademisyen İhraçları. Lülüfer Körükmez ve ark., 2019
KHK ile ihraç edilen akademisyen sayısı 6081. Bu rakam tüm Cumhuriyet dönemi boyunca akademi tasfiyelerinin on katından daha fazla. Zaten Serdar Tekin de Üniversitenin Olağanüstü Hâli isimli kitabında “akademik özgürlük ve üniversite özerkliği anlamında Türkiye’de artık tehditlerden veya tehlikelerden değil, ancak tahribattan söz edilebileceğini” vurguluyor. Bence çok haklı; bu haklılık sadece 6081 gibi korkunç bir rakamdan değil, aynı zamanda geride kalan büyük çoğunluğun tepkisizliğinden kaynaklanıyor. Dahası, ihraç edilenlerin bildirilerinin “akademik içeriğinden ve meslek etik kurallarına uygunluğundan bağımsız olarak programdan çıkarılması veya bunun bir çözüm olarak önerilmesi” akademideki aşınmanın geldiği nokta açısından önemli. Benzer örnekler, hatta bildiriyi başkalarının ismiyle sunma gibi ahlaksız teklifler Akademisyen İhraçları’nda da var. Ben de kendi çevremden somut örnekler verebilirim ama bir bütün olarak değerlendirildiğimde aklıma 2000’li yılların başında yaptığım bir konuşma geldi; “Türkiye akademisi kötü bir temel üzerinde yükselmektedir; öğretim üyelerinin neredeyse tümü ya YÖK düzeni içerisinde yetişmiştir ya da 12 Eylül’de arkadaşları veya hocaları tasfiye edilirken seslerini çıkartmayanlar veya doğrudan ihbar edenlerdir” gibisinden bir şeyler söylemiştim. Şimdi bakıyorum, durum yine aynı. Benzer konuşmayı bundan on yıl sonra yine yapabilirim ve yanlış olmaz.
KÜNYE: Üniversitenin Olağanüstü Hali. Serdar Tekin, 2019.
Kendisi de Barış Bildirisi’ni imzaladığı için tasfiye edilen Serdar Tekin kitabında doğal olarak bu konuya daha fazla yer ayırmış. “Bildirinin, çoğu birbirinden habersiz, kalabalık ve heterojen bir akademisyen grubu tarafından imzalanmasını mümkün kılan şey, yaşananların vahameti kadar, böyle bir vahamet karşısında tavır alabilen eleştirel akademisyen figürünün tarihsel formasyonudur aynı zamanda.” saptaması tasfiyenin hedefini çok güzel ortaya koyuyor. Ve geleceği de gösteriyor: “Üniversitenin ve akademik ortamın rehabilitasyonu, ancak Türkiye toplumu bu bedellere gerçekten itiraz ettiği noktada başlayacak”.
Kitapta imza süreciyle ilgili Ege Üniversitesi soruşturma raporu ek olarak verilmiş. Benim dikkatimi çeken soruşturma kurulunda yer alan Nadide Kazancı ismi oldu. Kendisinin dekan olarak Prof. Dr. Rennan Pekünlü’nün hapse girmesi için nasıl uğraştığını anımsıyorum. Burada da karşıma çıktı. Neden diye kendime sorduğumda, sonradan rektör adayı olduğu aklıma geldi. Atanmadı ama unutulmamalı; en azından biz, ben…
Hak İhlaline Uğramış Akademisyenler İçin Hukuk ve Psiko-Sosyal Destek Rehberi önemli bir belge. Kitapta gözaltı, tutuklanma, odanın aranması vs. gibi durumlarda ne yapılması gerektiği tartışılıyor. Ama bence önemi içeriğinden çok, varlığından, yayınlanmış olmasından, böyle bir rehbere gereksinim olmasından kaynaklanıyor. Hangi ülkede akademisyenler için böyle bir rehber hazırlanır ki? Üniversitede sadece genç akademisyenler için bilimsel çalışma rehberleri olurdu. Rehber hazırlamak demek, “elinizin altında olsun, gerektikçe bakarsınız” demektir. Yani, gözaltı, tutuklanma, ihraç, pasaporta el konması vs. her an başınıza gelebilir anlamına gelir! Bunun daha üstü ne olabilir ki? Belki, lisansüstü programlarına bu isimde bir ders konulması.
KÜNYE: -Hak İhlaline Uğramış Akademisyenler İçin Hukuk ve Psiko-Sosyal Destek Rehberi. Nesrin Baray ve ark., 2019. (TİHV yayınları satılmıyor, Vakıftan alınabilir, ayrıca sitelerinde pdf şekli var.)
Bir yıl kadar önce Hollanda Devlet Televizyonu’nun haber bültenine bağlanmıştım. “Neden atıldınız?” dediler, “resmi olarak bilmiyorum” dedim. “İtiraz ettiniz mi?” dediler, “yargı yolu kapalı” dedim. Sanırım pek inandırıcı olamadım. Keşke bu kitap o zaman elimde olsaydı. Belki “bakın bizde insan hakları örgütleri böyle rehberler yayınlamak zorunda kalıyorlar” desem inandırıcılığım artabilirdi.
Aslında Türkiye için gayet olağan; TİP Milletvekili Barış Atay’ın saldırıya uğradığı bir ülkede, milletvekilleri için “yakın savunma teknikleri rehberi” bile normal karşılanabilir.
Konuyu değiştirmeyeyim; TİHV iyi işler yapıyor ve destek olmanın türlü yolları var. Bence internet sitesine bir bakmalısınız.