Sosyalistler Marks’tan bu yana, teoriyle pratiğin birlikteliğini sosyalist mücadelenin ve sosyalist devrimin temel sorunlardan kabul ederler. Marks sorunu, 1840’larda, felsefeyle proleteryanın birleştirilmesi sorunu olarak “teorik” düzeyde ele almış ve “Marksist sosyalizmi” de “teorik” düzeyde, kurmuştu. Marks’ın pratiği ve örgütçülüğü de, teorisyenliğinin yanında oldukça geri planda kalmıştır denebilir.
Marks’ın ya da daha sonra Rus Marksistlerinin uzun sürgün yılları, teoriye yaptıkları katkının önemli nesnel bir nedenidir. Özellikle Marks’ın 1848 devrimlerinden sonraki İlgiltere yaşamı, hatta politik yalnızlığı, Kapital gibi eserin yazılmasında gereken zamanı vermiştir.
Marks’ta teorinin pratiğe önceliği, ancak Lenin’le azalmış, teoriyle pratik yanyana, hatta eşzamanlı üretilmiş, harekete geçirilmiştir. Ancak, Lenin’den sonraki süreç, pratiğin teoriye önceliği, hatta üstünlüğü şeklinde gelişmiştir. Hele de Lenin’den sonraki Leninistleri düşünürsek, sosyalist harekete “pratik” damga basmaya başlamış, hatta, teori “kılavuz” haline getirilip, esas sorun “pratiktir” denilir hale gelmiştir.
Sorunun ilk ele alındığı 1840’lardan bugüne, yaklaşık 170 yıl geçmiş bulunuyor. Hem teori, hem de pratik olağanüstü bir zenginliğe erişmiş bulunuyor. Bu zenginlik, sanıldığının ya da sanılacağının aksine, Marks’ın kurduğu teoriye uygun politik mücadelenin yapılmasının yanında, yine bu teoriye bağlı kalarak, yeni pratiklerin teorize edilmesinden, yeni sorunlara yeni teorik çözümler getirilmesinden kaynaklanmaktadır. Herhalde hiçbir sosyalist, Rus Devrimi’nin Marks’ın teorisiyle sınırlı kaldığını ve bu teorinin şablon şeklinde bir uygulaması olduğunu söylemez. Aynı şekilde, Çin ve Küba devrimlerinin de... Bu üç devrim de, Batı Avrupa dışında, geri ekonomik koşullarda, köylülüğün ağır bastığı toplumlarda gerçekleşti. Rusya kapitalistleşmeye başlayan, çok halklı, çok uluslu, çok dinli, bir imparatorluktu, emperyalizmin zayıf halkasıydı... Son savaşına girmişti, yenilmek, işgal edilmek ve parçalanmak üzereydi. Ancak, edebiyatta, sanatta, Marksist politik bilinçte, oldukça mesafe kaydetmişti. Öte taraftan Çin, neredeyse tümüyle köylü bir toplum, yoksulluğa ve feodalizme karşı, işgal koşullarında uzun bir “köylü” savaşı, “halk savaşı” vererek, kendi devrimini gerçekleştirdi. Ancak, devrim, en azından Pekin tarafından, Marksist-Leninizmin yeni bir teorisi, yeni bir uygulaması olarak görüldü. Devam edelim, Küba başka bir prototiptir, Castrocu-Geberacı bir öncüyle, yine anti-emperyalist bir yönde gelişip, Sovyet desteğiyle yaşam bulup, devam edebildi.
Bu üç devrimin de, Marksist teoriyle tüm bağlantılarına rağmen, yeni bir pratik, yeni bir teori olduklarını kabul etmeliyiz. Her üçünde de, “işçi sınıfı” temelli bir “anti-kapitalizmin” önünde ve üstünde, “öncü”, “halk”, “köylülük”, “bağımsızlık”, “ulus”, “anti-emperyalizm” ve “gelişme” sorunları bulunmaktadır. Tüm bu sorunlar, yeni bir zamanda, yeni bir coğrafyada yaşanmış, yeni pratikler, yeni teoriler, yeni stratejiler yaratmıştır.
Devrim yapmış bu ülkeleri bırakalım, sosyalist mücadelesi belli seviyeye çıkabilmiş ülkeleri, belli dönemleri düşünelim. Örneğin 1960 sonrası Türkiye’de gelişen sosyalist mücadeleyi. Hareket oldukça pratik ve kendiliğindendir. 27 Mayıs’ın yarattığı özgürlük ortamı, 1960’ların sola dönük dünyası ve yarattığı ideolojik cazibe, sanayileşme ve kentlere göç. Kısıtlı kamu hizmetleri ve genç bir nüfus. Hareket hızla yükselmeye başlamıştır. O kadar pratik, o kadar kendiliğindendir ki, hacimli klasik teorik çalışmalar yerine, “küçük” kitaplar ve “broşürlerin” okunulmasıyla yetinilmek zorunda kalınmıştır. Kendiliğinden ve oldukça pratik bir yükselişin teoriye zaman ayırması zaten düşünülemezdi de...
Türkiye’de, sosyalistlerin içinde etkili olduğu, hatta önderlik ettiği sendikalara, meslek örgütlerine dahil olanlar, ya da sınırlı da olsa katılanlar, teorinin pratiğin ne kadar gerisine itildiğini, hatta, altına atıldığını görmüşlerdir. Bu yazının yazarı örneğin yakın zamanda, 1990’larda sözkonusu örgütlerde, bırakalım teorisizliği, hatta bir teori “nefreti” olduğunu bile gözlemlemişti. Sosyalist partilerde ise teori, pratik açılım, kitleşelleşme, toplumsallaşma sorunlarını çözmek üzere “yardıma” çağrılmıştır. Durum hâlâ da öyledir.
Teoriyi yardıma çağırmak, teorinin pratik olmasını, pratik açılımlar sunmasını talep etmek, karşılığında pratiğin de daha fazla teorik olmasını talep etmeyi gerektirir. Teoriden “pratik açılımlar” beklemek, teoriyle pratik arasında bir açıklık olduğunu göstermesinin yanında, pratiğin teorinin çok önünde olduğunu da göstermektedir. Oysa, Türkiye’de sosyalist hareket, sanıldığının aksine, olması gerekenin oldukça üzerinde “pratiktir”. Okuyucu kanıt ister mi bilemem. Ama isterse, her parti ya da harekette, neredeyse bir ya da iki teorik önderin olduğunu görse yeter. Bu teorik aydın, lider kıtlığının nedeni, yukarıda yazıldığı gibi, geçmişte, Türkiye sosyalist hareketinin, hızla ve kendiliğinden yükselmesi, “kitleseleşmesi”, kendine uzak unsurları bile hızla kendine çekip benimsemesi, diğer deyişle, oldukça pratik nitelikler taşıması nedeniyledir.
Haliyle, geçmişte (ve hala) fazla pratik olmanın sonucu, ironik ya da paradoksal değildir, bügünün politik zayıflığının önemli nedenlerindendir. Yine geçmişe gidelim ve sadece şunu anımsayalım: Türkiye İşçi Partisi’nden kopan, hatta ona karşı “eylemciliği” savunanları... Elbette, bu eylemciliğin, büyük ölçüde “gençlere” dayandığını da... Tüm kendiliğindenliği, aceleciliği, özetle, fazla “pratik” olmayı, geleceği hayaledip de “kısa vadeli” düşünmeyi...
Bugün için teoriyle pratik birlikteliği sorununun, bizzat kitleselleşme ve pratik açılımın nasıl sağlanacağıyla ilgili taktiklere indirgenmesi, hatta strateji yapılması, eski sorunları yeniden üretmememeli, eskisinin yenisi bir “pratik” döneme yol açmamalıdır.
Marks, her devrimci, geçmiş devrimin anılarıyla düşünür diyordu... Ama bunu “devrim” için demiştir. Bizim geçmişimizde, devrimci bir mücadelenin hızlı yükselişi ve hızlı yenilgisi bulunmaktadır. Bir gün içinde yirmi yıllık yükselişin nasıl bittiğini anımsamak gerekir. Pratik teorinin çok ötesine geçmiş, hatta, ondan kopmaya bile başlamıştı. Hareket sosyalist mücadelinin dışına, küçük burjuva alanına girmişti. Ne öncülük, ne disiplin, ne de teori...
***
Pratik açılım ve kitleselleşme sorunu oldukça “teoriktir”.
Aydınlar, entellektüeller, akademisyenler, medya çalışanları, yazarlar, sendikacılar, öncü bir örgütün içine değil ama, çeperine çekilebilmeli, işlenmeli, sonradan güçlenecek bir sosyalist hareketin içine “beleşçi” olarak, kendiliğinden gelmeleri, beklenmemelidir. En genel anlamda, aydınla kitle, kademe kademe, farklı çemberler halinde, tekrar buluşturulmalıdır. Ama bu aydınlar teoriyi mutlaka pratiğin yanına, hatta önüne, koyabilmelidir.
Çünkü, Marksist bir sosyalist harekette, örgütte, ya da örgütlerde, teori pratiğin önünde olmalıdır. Yine çünkü, sosyalist devrim, burjuva devrimlerinden farklı olarak, önceden tasarlanmış, planlanmış devrimlerdir. Öyle de olacaktır. Yoksa, sadece, kendiliğinden yeni bir yükselişin, kitleselleşmenin arkasından koşulup, çaresizce ona öncü olmaya çalışmaktan başka yapacak iş kalmayacaktır.
Soru öyleyse şudur:
Teori yapanlarla pratik yapanlar arasındaki farkın kapatılması mı, ya da, sosyalist siyasetin bizzat pratiğini yapanların teorik olmaları gerektiği mi?
***
Pratik açılım mı? Lenin Marks’ın “düşünme biçimini” içselleştirmiş olarak kullanıyor, kapitalizmin sosyalizmin olanaklarını yarattığını söylüyordu. Örneğin, bankalarda ve sanayide tekelleşme, Lenin’de, sosyalizmin inşaasında bir olanak olarak görülmüştür. Merkezileşmeyi kapitalizm yaratıyordu. Sosyalister kolaylıkla sanayi ya da para sistemini yönetebilirlerdi.
***
Türkiye’de son yıllarda yaşananlar, “çalışarak yaşamak zorunda kalanların” (ki işçi sınıfını oluştururlar); işsizlik ya da iş bulma durumunda, aşırı sömürü olgusuyla karşı karşıya olduklarını gösteriyor. Sadece “ücret” (ve maaşlar) üzerinden geniş bir teorik-pratik açılımda bulunma olanağı bulunuyor.
Artık, hem ücretlerin, hem de artı-değerin büyük kısmı, “ranta” ve “faize” gitmektedir. Gezi, Soma, Ermenek ya da Validebağ bu yüzden olmakta, Koç, Divan Otel’i eylemcilere bu nedenle açabilmekte, Taksim’den sonra Lice bağlantısı hızla bu nedenle kurulabilmektedir.
Özellikle, madenlerin, inşaatların işçileri öldürmesi örneği, şu gerçeği iyice açığa çıkarttı: İş mi istiyorsun, kazaya kurban gitmeden, öyleyse, kamu mülkiyeti ve merkezi planlama olmadan, işçi örgütleri olmadan, ne iş bulursun ne de bulsan da, yaşarsın!
Gezi’de ya da Validebağ’da, yeşil alan mı, park mı, nefes alacak bir alan mı istiyorsun? Yine, öyleyse, kamu mülkiyeti, kamusal planlama! Elbette bu kamu, başka bir kamu, planlama da başka bir kamusal planlama... Burada kamu, çalışan sınıfın yarattığı ve önderlik ettiği bir kamu olmalıdır!
Heryer AVM mi, residans mı doldu? Üç milyonluk şehirde altı milyonluk konut mu var? Üstelik yarıdan fazlası kiracı! Oradan gideriz, Engels’e, Manchester’lı işçilerin yaşam koşullarına...
Kürtler yine mi kandırılıyor, dincilerle, ağalarla, emperyalistlerle işbirliği yapmak zorunda mı kalıyorlar? Demek ki, Kürtler parça parça, halk olma aşamasında, sınır içinde, sınır ötesinde! Genişlemiş, yeni bir cumhuriyette, halkların kardeşliği, çok dilli, ortaklığı!
Suriye rejimini devirmek istiyorlar? Niye, kendi rejimleri için mi? Louis Bonaparte her zaman vardır!
Profesörler çok mu cahil? Demek ki, üniversitelerde sosyalistler, teorik olanlar, azalmış, ya da yokolmuş! Hatta, burjuva entellektüelleri bile kalmamış! Yepyeni hocalar, yepyeni öğrenciler, yepyeni üniversiteler!
Her geçen gün daha fazla genç kız, kadın, türbana mı giriyor?... Gençler camilere akın mı ediyor? Sadece moda değil, sadece “Siyasal İslamın” iktidarı değildir bu.... “Kalpsiz dünyanın kalbi”, “acıları dindirecek ilaç” yeniden bu zamanın ihtiyacı olmuştur... Oradan yine döneriz, “Marks’ın “Yahudi Sorunu” çalışmasına...
Laiklik mi? Plato’nun tarzıyla söyleyelim: Bu dünyayı bu dünyayla ilgilenenler, öteki dünyayı da öteki dünyayla ilgilenler yönetsin! İkisini de yönetmek isteyenler varsa, ki var, aynı dünyada bulunsunlar, ama hangisinde? Demek ki, laiklik, sosyalistler açısından, herkesi, aynı dünyada yaşamaya davet etmektir! Bu dünyanın sorunları, bu dünyada çözülür! Hiç “tuzağa” düşmeden, öteki dünyayla ilgilenenleri, bu dünyanın sorunlarına davet etmek gerekir. Yoksa, bu dünyalı olarak, öteki dünyanın bilimsel yorumunu yapmaya çalışmak, “ikna etmeye çalışmak”, değil!
Yurtseverlik mi? Ama önce dünyalı, hiç olmazsa şimdilik, “bölgeli” olmalıyız! Yurdumuzun sınırları nereden geçiyor? Örneğin Türklerin ve Kürtlerin yurdu, koca bir bölge değil mi? Yurt deyince, halkların yaşadığı yer anlaşılmaz mı? Yurt deyince, Türkiye’yi mi anlayacağız? Kastettiğimiz, Türkiye Cumhuriyeti devletinin siyasal sınırları mı? Örneğin, Irak’ta ya da Suriye’de yaşayan Türkmenler, Kürtler, Yezidiler, Zerdüştler, “yurt” deyince ne anlıyorlar? Yurtsever, nereleri seviyor, nerelerde yaşıyor? Tarlası tapanı, evi olmayanlar, yurt deyince sadece yaşadığı, çalıştığı yeri mi anlar örneğin?
***
Doğru, daha da pratik olunmalıdır!
Ama, teorik silahlarla, teorinin silahıyla, donanmak kaydıyla!
Daha da teorik olunmalı, mevcut teoriler daha da açılmalı, yeni teorik bakışlar geliştirilmeli, acele edilmemelidir. Politik ve ideolojik güç ve etki yaratmak başka, kitlesel etki yaratmak, kitleselleşme başkadır. Stratejik güç üretmek, uygun zamanda uygun yerde stratejik olarak bulunmaksa, bambaşka...