Tekellerin mahremi ve saraydan anayasa kaçırma

Odatv davasında tutuklu yargılanan Barış Terkoğlu, tutukluluğu birinci yılına yaklaşırken mahkeme heyeti karşısında şu sözleri söylüyordu: “Bugün buradan çıksam adliyenin merdivenlerine oturup aynısını yazacağım. 100 yıl hapiste kalsam, çıktığım gün aynı fikirlerde ısrar edeceğim. Sağ kolum olmasa sol kolumla düşündüklerimi anlatacağım… Hapishane korkusuyla, polis sopasıyla, savcılık terbiyesiyle başka birisi olamam. Bedenimin hürriyetini, ruhumun esaretiyle değişemem. Bu yargılamaların beklentisi buysa ki bence böyle, ben bu beklentiyi geri çeviriyorum.” Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan, yeni kitapları Mahrem ile sözlerini tutmaya devam ediyorlar. ABD kriptolarında AKP-Cemaat savaşının izini sürdükleri kitapta, 80 sonrası Kemalist generallerin ve yöneticilerin ülkeyi nasıl tarikatlara teslim ettiğini, Amerika’nın AKP’yi nasıl kendinden koruduğunu, tarikatlar ve Kürtler üzerine nasıl bilgi topladığını, gazetecilerin Amerikan istihbaratına nasıl gönüllü bilgi kaynağı olduğunu, iki eşli AKP’lileri, kendi üzerine kendi eliyle kuma alan ılımlı islam dönemi kadınlarını, makyajı her gün dökülen bir düzenin nasıl insanı insanlıktan çıkararak ayakta kalabildiğini ve koca bir ülkenin nasıl küçük bir azınlığın “mahrem”i haline getirilmeye çalışıldığını okuyoruz.

Kuvvetler ayrılığı engeli

Mahrem ismi, kitabın gizli belgelerde Türkiye’nin sırlarını işlemesinden geliyor; ancak yukarıda kullandığım anlama varmakta hiç de gecikmiyoruz. Gül-Erdoğan çatışmasını konu alan bölümde Erdoğan’ın 2012’de sarf ettiği şu sözler geçiyor: “Kuvvetler ayrılığı denilen olay var ya, o geliyor, sizin önünüze bir engel olarak dikiliyor. Diyor ki, senin de bir oynama sahan var”. Herhalde, Erdoğan Türkiye’yi kendi “mahremi” olarak görmek istiyor. İstediğini yapma hakkı olacak ve kimseye hesap vermeyecek; Amerikası’ndan sermayesine, CHP’sinden MHP’sine pekçoklarının Erdoğan’a her seferinde istediğinden fazlasını vermesiyle şişirdiği bir tür kendini bilmez güven ile 21. yüzyılda bunu açık açık söylemekten de çekinmiyor. Bu hesapsız güvende, bu açıklamadan iki yıl önceki referandumda yürütmenin hesap vereceği merci olarak yargının çökertilmesine “yetmez ama evet” ya da “boykot” tavrı ile katkıda bulunanların da etkisi olduğunu not düşmek gerekiyor, tarihimizdir, unutmuyoruz, ancak geleceğe bakıyoruz.

Kuvvetler ayrılığı ilkesi bugün yürürlükte mi, ya da Erdoğan’ın koca ülkeyi kendi sınırsız oyun sahası ya da mahremi yapmak istediğini açıkladığı tarihte, hatta 12 Eylül anayasasına karşı çıkmak adına yargının bütünüyle AKP ve tarikatlara teslim edilmesinin oylandığı 2010 referandumunda yürürlükte miydi? Kuvvetler ayrılığı ilkesinin kaldırılması, başkanlık sistemine geçiş sürecinde bir adım, ve tekelli düzene en uygun bir yönetim biçimi oluyor; yeni olmadığını söylemek durumundayız; ilk adımlar 80’den de atılmış bulunuyor.

Uyuklayan noter

Parlamento, temelinde, halk adına söz söyleme yeridir; ancak, 80 darbesiyle birlikte, alınan kararların ve geçirilmek istenen yasaların tartışılmasına zaman ve fırsat tanıyan çift meclisin de kaldırılmasıyla, bugün bütünüyle, halkın ilgisinden ve bilgisinden yasa kaçırmaya yaramaktadır. Yasama organının etkisini ise, kamu gelirlerinin kullanılmasında ve yasa yapmada söz sahibi olmakla ölçüyoruz; öyleyse, artık yoktur, diyebiliyoruz. 80’den dahi önce devreye giren kanun hükmünde kararname sistemi ile parlamenter sistem, en iyi ihtimalle, bir yüksek denetleme kurulu haline gelmiş bulunuyor. Bu sistemde, parlamento, yürütmenin çerçevesini çizmiyor; ancak ve ancak, yürütmenin yürürlüğe koyduğu ve yasa sayılan düzenlemeleri onama işlevi görüyor. Bir tür noterlik diyebiliriz ve şimdi artık karikatür halindedir; torba yasalar kız kaçırırcasına geceyarıları kaçırıldığından o saatte mecliste bulunma inceliği gösteren vekillerden yorgunluklarına teslim olanlar için “uyuma”, bu göstermelik oyun için uyanık kalabilenler içinse “el kaldırıp indirme yeri” diyebiliyoruz. Ancak bu da yetmiyor ve Erdoğan, adıyla sanıyla “bir imam hatip mezununun her söylediğini yapan bir meclis”, bir “harem” istediğini söylüyor; dünyanın başka yerlerindeki başkanlık sistemlerinden de farklı olarak Erdoğan’ın başkanlık sistemi tartışması budur ve ancak bu kez en azından Amerika ile sermaye, en azından Erdoğan’a, bir isteyince iki vermeye hazır görünmüyor, çünkü Erdoğan’a güvenmiyor.

Yalnızlaşan Erdoğan

Amerika’nın değişen Ortadoğu politikasında hâlâ “Esad” diye sayıklayan, hızını alamayıp başka ülkelerin liderlerine dahi yönetim dersleri vermeye çalışan, Ortadoğu’da Sünni imparatorluğu, kendi ülkesinde “kindar” bir şeri düzen kurma hayalleri kuran, freni patlamış Erdoğan’a nasıl güvenecekler; güvenemiyorlar ve artık parlayan, parlatılan yıldız, barajı geçmesiyle Erdoğan’ın başkanlık hayallerini kursağında bırakabilecek HDP’dir. Güzel ve önemlidir, ancak HDP’nin değeri yalnızca buradan kaynaklanmıyor.

‘Eşme ruhu’

Amerika’nın yeni dönem Ortadoğu politikası ve bu çerçevede Kürtler’e biçtiği rol üzerine çok yazdık, burada tekrarlamayacağım; yeni olan Amerika’nın tüm toplantılarında ve yavaş yavaş önemli gazetelerinde Ortadoğu bağlamında ulus-devlet tartışmasına dönmesi ve bu kez ulus-devleti sahiplenmesi oluyor. Emperyalist dünya utanç duygusunu unutalı elbette çok oldu, ve Amerika’da en azından bir kanat, şimdi İran’ın ulus-devletlerin güvenliğini tehlikeye attığını söyleyebiliyor. İki açıdan önemlidir: Bir, Amerika bunu söylerken IŞİD’e karşı savaşta Şii milislerin başarılarından ve İran’ın bölgedeki etkisinin artmasından korktuğunu göstermektedir, ki bir yandan İran ile “détente” çabaları sürdürürken diğer yanda Yemen savaşı budur; ve iki, Ortadoğu’da tutturmaya çalıştığı dengeler içinde henüz, özellikle Türkiye ya da Irak ayağında resmi bir Kürdistan’a yer yoktur ve Amerika için yeni Ortadoğu politikasında, de facto Kürt yapılanmaları Türkiye’nin korumasına verilmek istenmektedir; Türkiye egemenleri ile hem Türkiye ve hem de Irak Kürtleri’nin “dost” kılınması, bir başka deyişle “barış içinde bir arada yaşaması” bu açıdan önemlidir. Kısaca ve Öcalan’ın adlandırması ile “Eşme ruhu” diyebiliyoruz; tabii, kuşkusuz hem kolay değildir, hem de ancak Kürtler’in bir süre her türlü toprak talebinden vazgeçerek bir “Türkiye partisi” olması ile, hem de Türkiye’nin bölgedeki gücünün azalması pahasına gerçekleşebilecek bir projedir.

De-islamizasyon

Daha önceki yazılarımızda Amerika’nın yeni Ortadoğu politikasının Türkiye için de-islamizasyon ve de-Türkifikasyon anlamına geleceğini yazıyorduk. İşte bu yeni “dostlukta” ya da Pax Americana’da, bu haliyle Erdoğan islamına yer olmadığını hem Amerikan yayınlarından, hem de Demirtaş’ın yüksek perdeli çıkışlarından anlayabiliyoruz; Erdoğan da karşılığında sertleştikçe sertleşiyor. Demek, bir savaş var. Ancak bu sertleşme ya da savaş arasında çok önemli bir ayak gözden kaçıyor ve bu, yeni anayasa tartışmasıdır.

De-türkifikasyon

Başkanlık sistemini tartışanlar, bir rejim değişikliği tartıştıklarının farkındalar; ancak “yeni anayasa” tartışmaları yalnızca başkanlık sistemi tartışmalarına endekslenmiş görünüyor ve içinde başkanlık sistemi olmasa da “yeni anayasa”nın bir rejim değişikliği anlamına geldiği gözlerden kaç(ırıl)ıyor. De-islamizasyon, Tayyip’in karşısındaki pek gerçek tehlikedir ve de-türkifikasyonu Davutoğlu’nun hafta içinde sunduğu anayasa önerisinde buluyoruz. Demirtaş’tan henüz bir yanıt gelmemiş olsa da, önerinin başkanlık kısmına hayır ve Türk sözünün anayasa’dan çıkarılmasına evet dediğini tahmin edebiliyoruz. Amerika ile sermaye de başkanlıkta Erdoğan’a destek vermiyorlar; ancak anayasanın ilk dört maddesinde değişiklik yıllardır peşinde koştukları gelişmedir ve başkanlık sistemi tartışması içinde sessiz sedasız kapıya dayanmış olmasına pek sevindiklerini düşünmek durumundayız.

Barış Terkoğlu ile Barış Pehlivan’ın Mahrem kitabında, Amerika’nın “çokkültürlü, ademi merkeziyetçi model” arayışı içinde olduğunu okuyoruz, Amerika’dır, Balkanlar’dan Irak’a hep bu yolla kendi “mahremlerini” aradığını biliyoruz; bizlerin önünde ise iki soru duruyor: 1) Sınıflı toplumlarda her barışın aynı zamanda bir savaş olduğunu bilerek Kürt siyasi hareketi kiminle barış ve kiminle savaş içinde yaşayacak? Ve 2) Amerika ile sermayenin anayasa ile, değiştirilemez dört madde ile derdi nedir? Birincisinde, sosyalistler olarak “ilericilikte buluşma” çağrımız vardır, ancak cevap, eninde sonunda Kürt siyasi hareketinden gelecektir ve ikincisine ise sosyalistlerin hızla teorik ve pratik yanıt üretmesi gerekmektedir.