Hem çok eski hem de her daim güncel bir konudur “cinsel saldırı” konusu. Sözgelimi geçtiğimiz hafta rahatlıkla birbirine teğellenebilecek iki olay yaşandı.
Birincisi, İ.Melih Gökçek’in, ODTÜ'de açılan bir pankartla ilgili olarak tekrardan kadınlar için “kendinden geçer, cilveleşirsen tecavüze uğrarsın" demesidir.
İkincisi, bir tecavüz sanığı olan İbrahim Tuncay’ın yaptığı savunmadır: Tuncay cezanın indirilmesi için mahkemeye “Bir kadın gece 23.00’te tek başına sokağa çıkar mı, otobüse biner mi?” şeklinde bir savunma yapmıştır.
Tecavüzcünün savunmasındaki “o saatte orada ne işi vardı” sorusu ile eski belediye başkanı Melih Gökçek’in “tecavüze uğrarsın” beyanı aslında oldukça yaygın, egemen olmuş bir “tecavüz kurgusunu” ortaya koymakta.
Bu egemen senaryoda “bir tecavüzün nasıl gerçekleştiğini” hepimiz biliyoruz.
Bu kurguda tecavüzcü dışındaki her şey tecavüzün koşullarını oluşturur. Filmlerden, kliplere, şarkı sözlerinden, edebi ürünlere kültürel yaşamımızın pek çok unsurunda “tecavüze sebep olan şeyler” bellidir.
Tecavüz izbe bir sokakta, kenar mahallede, gece vakti, ortada kimsecikler yokken, yollar karanlıkken gerçekleşir. Burada bir hayatın normal akışı vardır bir de bu akışın dışında, karanlığında, kuytusunda ancak yoldan sapanların görebileceği ‘tekinsiz alanlar’ vardır.
Güvenlik şeridi hızlıca çekilmiştir. Bu şerit öyle sağlam çekilmiştir ki kuytuda, köşede, karanlıkta, izbede değil modern bir plazada tecavüze uğrayıp öldürülen Şule Çet “egemen kurguya” uymamaktadır.
Bu kurguya göre “normal insanların” başına gelebilecek bir şey değildir tecavüz. Zira yine bir “normal insanlar” vardır; evine vakitlice girip çıkanlar, giyimine, takıldığı yerlere dikkat edenler vardır ama bir de “diğerleri” vardır; içki içenler, mini etek giyenler, dekoltesiyle dikkatleri toplayanlar, olur olmadık yerlere girip çıkanlar, gecenin bir vakti dolmuşa binenler vb.
Kültürel plandan bakıldığında tüm bu anlatılanlar oldukça tanıdıktır hatta epey eskidir. Her gün bir yenisine tanık olmasak, rahatlıkla küflenmiş, eski püskü şeylerdir diyebiliriz tüm bu senaryolar için.
İlginç olan da budur. Ayrı bir “yapı” ya da sistem olarak tanımlamamakla birlikte, “erkek egemenliğini” toplumsal bütünden geçici olarak ayrıştırırsak(soyutlarsak) “değişime gösterdiği direnci” fark edebiliriz.
Daha açık ifade edelim.
Neoliberal evredeki daha fazla piyasalaşma, kuralsızlaşma ve esneklik gibi uygulamalar başta “kutsal aile” olmak üzere, erkek egemenliğinin eski dengelerini altüst etmiştir ve etmeye devam etmektedir. İşte tam da bu noktada “o saatte dışarıda ne işi varmış” sorusu eski ataerkil değerlerle yeni koşullara adapte olamamanın gerilimini de mükemmel biçimde özetlemektedir. En temel olarak neoliberal cangılda, kadınlar, geçmişte olduğundan daha fazla iş piyasasına sürüklenmektedir. (informel, ucuz, kayıt dışı vs bile olsa)
Son otuz yılı temel alırsak okullaşma, kentleşme, modernleşme gibi pek çok başlıkta ciddi dönüşümler olurken “erkek egemenliğinin” en küflü senaryoları neredeyse değişmeksizin, hatta daha da güçlenerek karşımıza çıkmaktadır.
Biraz karikatürize ederek diyebiliriz ki aslında kadınlar serpilip yayıldıkça/güçlendikçe erkek egemenliği “nayır nolamaz” naralarıyla ortalıkta dolaşmakta, “içkiye atılan ilaçtan” bahsetmekte, tecavüzcü Coşkun arketipini gerçek kılmaya çalışmaktadır.
Değişime direnç ve kriz şuradadır:
Kadın hem çalışsın, ev ekonomisine “katkıda bulunsun” ama diğer taraftan aynı kadın pek ortalarda görünmesin denmektedir.
Kadın hem her işi çekip çevirsin, (geçmiştekinden farklı olarak) alış-verişi de okuldaki çocuğun veli toplantısını da faturalı hesaplı devlet işlerini de halletsin ama aynı kadın fazla etliye sütlüye karışmasın, sosyalleşmesin, bir facebook hesabı bile açmasın denmektedir.
Örnekleri çoğalmak mümkün, varacağımız yer ise belli. Karşımızdaki AKP rejimiyle katmerlenen erkek egemenliğinin naralı, fantezili krizidir...