Tayyip mi Fethullah mı?

Ortada gerçek bir kavga olunca, “bugünkü koşullarda hangi tarafın kaybetmesi daha olumsuz sonuçlar doğurur” diye sormamak mümkün değil.

Böyle bakıldığında, iktidar ile cemaat arasındaki kavgayı cemaatin kaybetmesinin daha tehlikeli sonuçlar doğurabileceği düşünülebilir. Ne de olsa, bir rakibini daha (her tür hukuksuz ve gayrimeşru yola başvurarak) ezmeyi başaran bir Tayyip Erdoğan, otoriter bir rejimden faşizan bir rejime geçiş doğrultusunda önemli bir mevzi kazanmış olacaktır.

Öyleyse, yapılması gereken, cemaatle ilgili sorunları ve bu arada cemaatin bugüne kadar işlediği suçları şimdilik bir yana bırakıp, bu kavgada iktidarı zayıf düşürmeye çalışmak olabilir mi?

İktidar destekçiliğinden vazgeçen liberallerin, geçmişteki gibi cemaat savunuculuğu yapmaları doğal. Zaten, cemaatin 17-25 Aralık ve sonrasındaki cesaretine güvenmeleri nedeniyle, emperyalist ülkelerin Tayyip Erdoğan’ın siyasal yaşamını bitirmeye kararlı olduklarına inanmış ve muhalefete geçme cesaretini bu sayede göstermişlerdi.

CHP yönetimi de, uzunca bir süredir, iktidara karşı cemaatle işbirliği yapmayı dönemin gereği sayıyor.

Diğer yandan, liberallerin aslında pek bir ağırlıklarının bulunmadığını bilen cemaat, “çözüm süreci”ni hedef alarak milliyetçi tabana seslenmeye ve böylece geniş bir cephe yaratmaya çalışıyor. 14 Aralık operasyonundan bir gün sonra çıkan Zaman gazetesinde de, A. Turan Alkan ile Ali Bulaç, operasyonla “çözüm süreci” arasında bağ kurdu.

Cemaatin suçlarının örtbas edilmesini ve devlet kurumları içinde örgütlenmesinin yeniden kolaylaşmasını sağlayabilecek olan bir cephenin ülke açısından tek bir sonucu olabilir: AKP’nin (yakın geçmişe kadar cemaatle birlikte) kurmaya çalıştığı yeni rejimin, bazı uçları biraz törpülenerek kalıcılaştırılması. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde üretilen Ekmeleddin İhsanoğlu formülü, bunun neye benzeyebileceği hakkında bir fikir vermişti.

Peki öyleyse, İşçi Partisi gibi, cemaat düşmanlığını merkeze yerleştirerek, yine şimdilik, AKP’yle işbirliği mi yapılmalı? Devlet kurumlarındaki ve üniversitelerdeki cemaat kadroları tasfiye edilirken, AKP’nin kadro kıtlığı çekmesinden yararlanıp bazı koltukları elde etmeye mi çalışmalı?

Bugün, “önce cemaat tasfiye edilsin, sonra sıra ister istemez AKP’ye gelir” demek, Tayyip Erdoğan’a ve AKP’ye meşruiyet kazandırmaktan ve cemaatle birlikte işledikleri suçların üzerini örtmelerini sağlamaktan başka bir anlama gelemez.

AKP, cemaatle mücadelesini, pek doğal olarak, en az zarar göreceği şekilde yürütüyor.

17-25 Aralık operasyonlarından bir yıl sonra cemaat üyelerine karşı düzenlenen 14 Aralık operasyonunun konuları arasında ne AKP’nin “darbe girişimi” diye andığı yolsuzluk soruşturmaları var, ne de cemaatçi polislerin, savcıların ve yargıçların Ergenekon, Balyoz, KCK, Odatv ve Devrimci Karargah davaları dâhil olmak üzere sayısız davada işledikleri suçlar. Yolsuzluk soruşturmalarının üzerine elbette gidilemez, çünkü bunlar Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’lilerin ipliklerini pazara çıkarırdı. Siyasal davaların üzerine de gidilemez, çünkü bunlar hükümet-cemaat işbirliğinin eserleriydi. Dolayısıyla, cemaat hakkında herkesçe bilinen ve tartışılan konular dururken, ülkenin gündemine neredeyse hiç girmemiş olan “Tahşiyeciler” grubuyla ilgili iddialara dayalı bir operasyon düzenlendi.

Tayyip Erdoğan ile AKP’nin “cemaatle mücadele”si, dinsel inanç sömürüsünün dozunu azaltmalarına değil, tam tersine yol açıyor. Ne de olsa, dinsel inançları cemaatten daha fazla savunur görünmek zorundalar!

Diğer yandan, dünkü Taraf gazetesinin manşetinde de, Aydın Engin’in Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde de, Naziler hakkındaki ünlü (ve sayısız versiyonu bulunan) “önce falancaları aldılar, sonra filancaları, onlardan olmadığımdan sesimi çıkarmadım, sonunda beni aldıklarında ses çıkaracak kimse kalmamıştı” sözü yer alıyordu. Açıkçası, bu sözün, uzun yıllardır düzmece kanıtlarla sayısız insanı hapse atmış ve başkalarının hakları için hiçbir zaman ses çıkarmamış olan Fethullahçılara uyarlanması tam bir utanmazlık örneği!

Karşımızda mazlumlar ya da mağdurlar değil, çok yakın geçmişin suç ortakları var. Birbirlerine yönelik haksızlık ve hukuksuzlukları, halka karşı birlikte işledikleri suçların yanında fazlasıyla önemsiz kalıyor.

Gerçek bir muhalefete düşen görev, tarafların birbirleri hakkında açığa çıkardıklarından yararlanırken, gizlemeye ya da unutturmaya çalıştıkları suç ortaklıklarının üzerine gitmek olsa gerek. Tayyip Erdoğan kolaylıkla “Ulan hepiniz oradaydınız be!” diyebilirken, AKP-cemaat ilişkileri hakkında bunu diyemeyen ve her iki taraftan hesap soramayan bir muhalefet, farklı bir geleceği temsil ettiği konusunda inandırıcı olabilir mi?

CHP yönetiminin sorunu, bunları “akıl edememesi” değil elbette. Ama yolsuzluklara, adaletsizliklere, dinsel inanç sömürüsüne ve halka karşı işlenen diğer suçlara kararlı bir şekilde karşı çıkabilmek için, bunlardan en azından bir ölçüde muaf olabilmek ya da öyle görünebilmek gerekir. Oysa CHP’nin kendisi de bir rant kapısı ve bugünkü gücünü büyük ölçüde buna borçlu. Düzenin ortalamasıyla birlikte CHP’nin ortalaması da sağa ve gericiliğe doğru kayıyor. Ve sağa/gericiliğe doğru kaydıkça, bu partinin inandırıcılığı azalıyor.

Sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil bu. Ne var ki, sağa kayan düzen siyasetinin kendi içinden alternatif çıkaramadığı ülkelerde, son olarak İspanya’daki Podemos örneğinde olduğu üzere, düzen dışını zorlama potansiyelini taşıyan ve toplumsal destek kazanan siyasal hareketler çıkabiliyor ortaya.

Kuşkusuz, Podemos, sadece “herkese karşı” olması sayesinde güçlenmedi. En az bunun kadar önemlisi, toplumsal destek sağlayan “pozitif” argümanlarının, yani halkın önemli bir kesiminin somut ve inandırıcı bulduğu hedeflerinin olması. Türkiye’de de, “ne Tayyip ne Fethullah” demek yetmez elbette; “biz, somut olarak, şunları hedefliyoruz” diyebilmek ve inandırıcı olabilmek gerekir...