Barış yazılarının sonuncusunda bu yazıların ortaya çıkışından kısaca söz etmeme izin verin. Akademisyenlerin Barış İmzası sürecinde barış hakkında yayımlanması tasarlanan bir kitaba ‘Doğu Felsefesinde Barış’ düşüncesi hakkında bir yazı yazmıştım. Altı ya da yedi yıl oluyor. Maalesef kitap malum nedenlerle yayımlanamadı, o günden sonra ülke daha da zor bir sürece doğru yol almaya hızla devam etti, etmekte. Dolayısıyla bu yazıları barış akademisyenlerine adadım. Güncelliğini kaybetmeyen bu yazılar bazı eklemeler, çıkarmalarla burada son halini buldu. Keşke güncelliğini kaybetseydi bu yazılar, bir köşede unutulup gitseydi.
Bu bölüme temel bir soruyla başlayalım: Varlık nedir? Yanlış anlaşılmasın, iktidarın varlık anlayışıyla burada söz edilen varlık anlayışı birbirinden farklı. Burada sözcüğün öncelikli anlamları olan “var olma” durumundan, mevcudiyetten söz ediyoruz, hükümetin son dönem çıkardığı “varlık barışı”yla söz edilen maddi zenginlikten değil. Bu konuya da kısaca değinmek zorunda kalıyoruz zira barışın önündeki en büyük engellerden biri de budur çünkü varlık barışı ülkenin bir mafya ülkesi olduğunun resmen kabulüdür. Mafya barış istemez çünkü kısa yoldan elde edilecek yüksek maddi gelir ancak emekçilerin yoksullaştırılmasıyla mümkündür. Mafya güçsüzleri ve yoksulları kendi meşruiyeti için sever.
İktidarların kullandığı varlık barışındaki barış kelimesinin sorunlu haline de değinmeliyiz. Burada daha çok bir af söz konusu. İktidarın gücüyle belirli bir kesime tanınan bir ayrıcalık. Aynısı onlarca yıldır her seçim döneminden önce çıkan imar barışı için de geçerlidir. İktidar gücünü toplum üzerinde sadece maddi olarak değil zihinsel olarak da dil üzerinden kurar. Evrensel hukuka aykırı uygulamalar toplum nazarında bu şekilde meşruiyet kazanır. Türkiye’de 2000’li yıllar Türkçe’nin iktidarın söylemiyle nasıl şekillendiğinin sayısız örnekleriyle doludur.
Varlıktan anladığımız ilk anlamlara geri dönelim. Tüm felsefeler, düşünce sistemleri, inançlar insanın varlıkbilimsel (ontolojik) sorunsalı üzerinedir. Hiç kimse bu dünyaya kendi seçimiyle gelmedi. Sorgulamanın başlangıcı budur. Gelmeyi seçmedik, o zaman nasıl var olunacağını seçebilir miyiz ya da nasıl var olmamayı? Bu bağlamda insanlık tarihinde her dönem birbirine benzer/benzemez sayısız yollar ortaya konmuş, hala da konmakta çünkü herkesi ikna edebilecek bir sonuca ulaşılamadı. Çıkarcılar, kan emiciler, ölüseviciler hiçbir zaman ikna olamazlar.
Bir yaşlı dünya, bir yeryuvarlağı var üzerinde yaşadığımız. İnsanın ve sayısız canlı, cansız varlığın yuvası. Yaşı için 4.5 milyar yıl diyor bilim. Bir de yaşı 50.000 civarında olan günümüzdeki insan var. Diğer türleri ortadan kaldırıp asimile eden “iktidar insanı” da denebilir bu bilimsel adı homo sapiens sapiens, yani akıllı olduğunu bilen insan diye adlandırılan türe.
İnsan bir denizin, bir dağın yanında ne kadar genç, deneyimsiz, diğer bir yandan da dağların, denizlerin haline baktıkça o kadar da küstah, kibirli, saygısız. Doğanın insan gibi ontolojik sorunsalı yok fakat arkasına Tanrıları aldığını iddia ederek kendine eşref-i mahlukat sıfatı takan insanın günün sonunda aslında acaibü’l mahlukat olduğu gerçeğinin kavranması gerek. İnananların bir kısmının sahip olduğu cennet inancı belki onları bu dünyanın sorunlarına yüz çevirmeye yönlendiriyor olabilir ama cennetin de cehennemin de bu dünyada olduğu, bu dünyadaki cenneti de cehennemi de insanın kendisinin yaptığı düşüncesindekiler için bu pek de öyle değil. Oysa insan bütün bu inançsal safsataların karşısında durabilecek birikimde zira ilk kurumsal dinlerin ortaya çıkışı sadece 10.000 yıl öncesi… Bugünkü anlamdakilerin ise 2500 yıl.
Ya barış içinde yaşayacağız ya savaş içinde öleceğiz. Savaş sadece halklar, devletler, ittifaklar arasındaki topla tüfekle olan bir şey değil gündelik yiyeceğini kazanma, başını sokacak bir ev bulma, sağlık imkanlarına ulaşma da bir savaş aynı zamanda. Artık insanlar bombadan ziyade virüsten, kanserden, iş kazasından yaşamını kaybediyor. Sağlıksız çalışma ve yaşam koşullarının ortaya çıkardığı bu kısır döngüyü, bu sorunları birebir yaşayanların devrimi temizler ancak. Aksi durumda ölü denizler, çölleşmiş dağlar, ormanlar, asitli ovalar, duman solunan şehirlerde nasıl bir barış olabilir?
Modern bilim, kuraklık nedeniyle ortaya çıkacak olan gıda krizinin kapıda olduğunu, uzun vadedeyse yine sular altında kalacak olan Güney Asya ülkelerinden milyonlarca insanın zorunlu olarak Ortadoğu’ya, Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya göç edeceğini öngörüyor. Eldeki veriler bu doğrultuda. Nitekim, son yıllarda başta Suriye ve Afganistan’daki savaş haliyle iktidar mücadelelerinin ortaya çıkardığı çatışmalar ve insanlık dramlarıyla bu acı süreç gündemde. Bir de bunun kıtlıkla birleşmiş halini düşünün.
Elinizdeki en basit aleti ya da bedeninizi kötü kullandığınızda bir süre sonra bozulur. Dünyanın hali de böyle. Kötü kullanılmaya artık tahammülü yok. Öte yandan, kötü kullanmayı bırakırsanız, bir süre sonra daha iyiye gitme olasılığı vardır. Yanan ormanların yeniden yeşermesi, denizlerin kendini temizlemesi gibi. Bugün yüz yüze olunan pandemi de bu kötüye kullanmanın sonucundan başka nedir? İspanyol gribinin Birinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra çıktığını düşünürsek savaşlar tüm insanlığa, canlılığa, yerküreye karşı işlenmiş büyük bir suçtur. İkinci Paylaşım Savaşı’nın getirdiği yıkım uzun yıllar iyileşememiştir. Günümüzde yaşanan pandeminin, ekonomik savaşlarda işçilerin birer asker gibi kullanılmasından dolayı çıktığını, açtığı yaraların da uzun süre kapanamayacağını söyleyebiliriz.
Barış süreci, ertelenecek bir süreç değil. Hemen şimdi ve burada olmalı. Önce insanlar barışmalı, karşılıklı, göz göze bakarak. İktidarlara inat. Barış bir dip dalga olduğunda karşısında hiçbir güç duramaz.
Varlık sorunu neden bu dünyada olduğumuza değil nasıl var olabileceğimize de işaret eder. Seçim sizin, bizim. Bir kez daha vurgulayalım. Ya barış içinde yaşayacağız ya hep birlikte savaş içinde öleceğiz.