Akar suyun potansiyel veya kinetik enerjisinden yararlanarak elektrik üretimi yapan işletmelere ”Hidroelektrik Santral” lar (HES) denilmektedir. Bu santralların ‘akarsuların boşa akmaması, istihdam yaratması, büyük ölçekli bölgesel projelerin (örneğin GAP) enerji ve tarımsal su gereksinimlerini karşılaması, yenilenebilir, temiz ve uzun ömürlü olmaları’ gibi yararlarının yanı sıra birçok zarara yol açtığı da bilinen bir gerçektir.
HES’ler temel olarak ikiye ayrılır : Suyun barajlarda toplanarak potansiyel enerjisinden (yükseklik farkından) yararlanarak elektrik üretmeye yönelik sistemler ve akarsuların birleştirilerek yüksek debiler elde edilmesi ve bu şekilde suyun kinetik enerjisinden (hızından) yararlanarak biriktirme yapılmaksızın denize ulaştığı bölgeye kadar -tabiri uygunsa – güneşi görmeden elektrik üretimi yapılan sistemler.
Göreli olarak daha devletçi bir anlayışın hakim olduğu planlama yıllarında uygun havzalarda barajlar yaparak su tutumu sağlamak ve bu işletmelerle elektriği üretmek daha tercih edilir bir yöntemdi. Türkiye’deki büyük barajların yapımları da bu döneme rastlar. Gerçekte bu yöntem de çevresel yapıyı bozmakla birlikte, çok uzun kullanım sürelerine sahip olduğundan zaman içerisinde kendi bölgesinde yeni ve stabil bir ekolojik yapı oluşturur ve sırf bu nedenle bile diğer yönteme göre daha az zararlıdır. Baraj içeren HES’ler büyük ölçekli bölgesel kalkınma projelerinin bir parçasını oluşturuyorsa -idealist olarak düşünelim- halka geri dönüşü de elbette o ölçekte büyük olacaktır. Fakat – heyhat- gerçek bu mudur ? Bugün itibariyle GAP’ta yapılan milyarlarca liralık harcamaya karşın eylem planında yer alan projelerin % 40 ‘ı tamamlanamamış hatta birçoğuna hiç başlanılmamıştır. Tarihi kent bölgelerinin korunmasına yönelik sorumluluklar hiçe sayılmış, yerine getirilmemiştir.
Özel sektörün ülke kaynaklarından nemalanma niyeti ve emperyalistlerin de bu yoldan elde edilecek gelirin büyüklüğünü keşfetmesi iç ve dış ortaklıklar kurulmasıyla zaman içinde somutlaştı. Tabiri caizse ‘ülkenin etini, sütünü, kılını, tüyünü, derisini, tırnağını, iç organlarını hatta dışkısını’ bile satmaya azmetmiş yönetimimiz de bu işe onay verdi ve bir takım düzenlemelerle hayata geçirdi.
HES ihaleleri yapıldı ve halen de yapılmakta; özellikle yüksek debili ve düşümlü akarsuların yer aldığı Karadeniz bölgesinde neredeyse her akan su, yatakları değiştirilerek birleştirilmeye ve daha yüksek debi ile boruların içine alınarak çıkışlarına monte edilen türbin-jeneratörlerle elektrik üretilmeye başlandı. Çıkan su yatağına geri verildiği yerde başka bir şirketin borusuna girdi, oradan çıkan bir başkasının. Bu mesafelerde suyun doğa ile ilişkisi kesildi; ekolojik denge ortadan kalktı. Dere yatakları civarında yaşayan ve toprak faunasının asıl unsurları arasında yer alan böcekler, solucanlar ve mikroorganizmalar yok oldu. Birleştirilerek debileri artırılan akarsular, aşırı yağmur yağdığında su baskınlarına yol açmaya başladı. “Çaldılar ama yol yaptılar” mantığıyla yöre halkınca da desteklenen Karadeniz otoyolu da sellere, taşkınlara çanak tuttu.
Su, yaşamsal varlıkların en önemlisi olarak ticarete konu edilecek bir konu değildir. Dünyanın neredeyse tamamında – buna kapitalist ülkeler de dahil- suyun mülkiyetinin çoğu kamuda iken, bizde hem de devlet garantisi ile bu varlığın özel ve imtiyazlı şirketlere verilmesi ve hatta devletin, HES yapımcısı şirketin talebi doğrultusunda santral çevresindeki tarım arazilerinin istimlak edilebileceğine karar verebilmesi kabul edilebilecek bir durum değildir.
Bu ve bağlantılı konular hakkında yazacak daha çok şey var; ancak okunabilir uzunlukta kalması niyetiyle yazımı, sözde Anayasamızın 56.maddesinin başlangıç cümlesi ile noktalayayım : Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.
Sevgiyle, dostlukla..
Not : Bu bağlamda, bölgelerinde yapılması planlanan JES için direnen ve konuyu şimdilik askıya aldıran İzmir, Seferihisar, Orhanlı köylülerini yürekten kutluyorum.