10 Eylül 1920’de kurulan TKP, Ekim Devrimi’nin ve Kurtuluş Savaşı’nın içinde doğdu. Bu iki büyük tarihsel olay TKP’nin önündeki ikili görevi belirledi: “TKP, III. Enternasyonal’in üyesi olarak dünya devriminin bir müfrezesi olacak, aynı zamanda kendi programı ve bağımsız güçleriyle ulusal kurtuluş savaşına katılacaktır.”
28-29 Ocak 1921’de 15 komünistin ölümüyle biten yolculuğun arka planındaki siyasal değerlendirme budur. Değerlendirme yapılmış, bu değerlendirmelerden çıkan görevi yerine getirmek için yola çıkılmıştı.
Aradan 94 yıl geçmiş, bugün ülkemiz devrimci hareketinin temel sorumluluğu solun bu topraklardaki görevini aynı yalınlıkla tanımlamak ve bunun gereğini yerine getirmektir. Dikkat ettiniz mi bilmiyorum, 3-4 gündür süren SYRIZA tartışmalarının en zayıf yanı bu. SYRIZA iyi mi kötü mü, ne yapar ne yapamaz, bunun Türkiye’ye etkileri nedir ekseninde onlarca tartışma arasında üzerine en az tartışılan, “sol bu ülkede nasıl iktidar olacak?” sorusu...
Sol iktidara yönelirse vardır
Ekim Devrimi sadece kapitalist ülkelerdeki sınıf savaşımına bir ivme katmakla kalmamış, Ezilen halklarının kurtuluş ve bağımsızlık yönelişlerine de muazzam bir enerji katmıştı. 1920 itibariyle Bolşevizm Anadolu’da “moda” siyasal akımlardan birisi. Ekim’in ardından Türkiye içinde ve dışında oluşmaya başlayan komünist öbekler, çete-gerilla örgütlenmesi ve Millet Meclisi’nde bir grup oluşturan Halk İştirakuyun Fırkası (THİF) ile Kurtuluş Savaşı’nın sol kanadının yavaş yavaş şekillenmeye başlamış olduğunu söyleyebiliriz.
Bu verilerle birleştirdiğimizde Mustafa Suphi’lerin katledilmesinin temel nedeni de ortaya çıkıyor: Tüm bu güçlerin tek bir merkezi siyasal-örgütsel hatta buluşması olasılığını ortadan kaldırmak. Bu aynı zamanda sosyalizmin bir iktidar alternatifi olması olasılığını ortadan kaldırmak anlamına geliyordu.
Komünist hareketimizin umutlu doğumunun hemen sonrasında gerçekleşen bu katliamla TKP, belki en değerli yönetici kadrolarını kaybetti. Bundan bile daha önemlisi, bu katliam ve takip eden saldırılar nedeniyle komünistler bağımsız bir güç olarak Kurtuluş Savaşı’ndaki yerlerini alamadı. Özetle burjuvazi, komünistleri ülkemiz tarihinin en önemli anında devre dışında bırakmayı başarırken komünistleri yıllar boyu “kökü dışarda” olarak damgalama olanağını da yarattı.
Bir parantez açarak ekleyelim. Bu kanlı hesaplaşma aynı zamanda Türkiye’nin bugün içine düştüğü acıklı durumun da arka planını yansıtmaktadır. Korkak ve hain sermaye sınıfı, kesintisiz biçimde sürdürdüğü sol düşmanlığıyla kendi iktidarını güçlendirdiği ölçüde, Türkiye’yi milyonlarca emekçi için karanlık bir ülkeye dönüştürdü. Bugün Türkiye AKP karanlığında sürükleniyor, her geçen gün emekçiler için yaşam zorlaşıyor ve emperyalizmin egemenliği güçleniyorsa, bunun temel nedeni solun gerçek bir güç olarak, bir iktidar alternatifi olarak siyaset sahnesinde yerinin olmamasıdır.
Sınıf karşıtlığı
Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katli, tarihimizi önemli ölçüde etkileyen, burjuvazinin elinden geldiğince sola yaşam şansı vermeyeceğini açık biçimde gösteren acımasız, alçak bir saldırıdır, unutulmamalıdır.
Sermaye sınıfının nasıl bir sınıf kimliği ve kini taşıdığını hatırlamak önemlidir. Türkiye burjuvazisinin kendi iktidarını korumak için emperyalizme karşı savaşmaya gelenleri bile katledebileceğini hiç akıldan çıkartmamak önemlidir.
Devrimci bir ileri adım
Komünist hareketin emektar isimlerinden Hikmet Kıvılcımlı, Yol serisi içinde yer alan eleştirel değerlendirmesinde Mustafa Suphi ve yoldaşları için yazdığı bölüme şöyle başlıyor, “Marx'ın Paris komünarları için dediği gibi "göklere sıçrayan kahramanlık" timsalidirler. Tıpkı gene Paris komünarlarını kasıp kavuran sınırsız "saf çocukluk" niteliklerine kurban olup gittiler.”
Bugün için açıkça yazacağım, solda çok bilmişliğinin yaygın olduğu bir dönemdeyiz ve tam bu nedenle biraz “saf çocukluk” haline ihtiyacımız var. Bize göre, Suphiler sınıf mücadelesinin bir altın kuralına uygun davranmışlar; mevcut durumu değiştirmeye ve değiştirebilmek için kavgaya atılmış, iktidara odaklanmışlardır. Anadolu halklarının bir kavgası varsa, o kavganın içinde olmayı, onu gerçek kurtuluşa taşımak için emek vermeyi, mücadele etmeyi tercih etmişlerdir.
Bugün 15’leri anarken ve hatırlarken en başa yazılması gereken, Mustafa Suphi önderliğindeki bu topluluğun öldürülme olasılığını bilerek ve buna rağmen Kurtuluş Savaşı’na katılmak, Anadolu topraklarında sosyalizm mücadelesini örgütlemek için ölümü göze alan bir adım atmış olduklarıdır.
Kazanma olasılığının zayıf olması nedeniyle, hayalcilik hatta maceraperestlik ile suçlandıkları da olmuştur. Sanki devrimcilik, sadece kazanacağı kesin olan kavgaya girmekmiş gibi...
İşçi sınıfının iktidar kavgasının garanti belgesi yoktur ve tarihe anlık olarak bakanlar açısından yenilmiş görünebilirler. Oysa tam da bu adımı atabildikleri için, emekçi halk için çıktıkları yolda gereken anda gerekli cesareti gösterdikleri için hâlâ yaşıyorlar.
Bu hamleyi yaptıkları için Türkiye’de devrimcilik Mustafa Suphi’lerden bu yana sosyalist iktidarı belirsiz yarınlara havale etmeyip, bugünün mücadele pratiğinde aramak olarak anlam kazandı.
Yeri gelmişken yazmadan geçmeyelim, bizim anladığımız anlamda “teorik ihtilalcilik”, ihtilalciliği yalnızca bir teorik tartışma konusu olarak ele almak değildir. Esas mesele, devrimci bir teorik hattın sosyalizmi pratik-politik bir güç olarak siyasal mücadelenin içine yerleştirmesidir.
Türkiye’nin içinden geçtiği koşullar sosyalist hareketin bir iktidar alternatifi olarak kendisini ortaya koyması için fazlasıyla veri sunuyor. Temel mesele, bu cesareti gösterecek ve halkın gücünden başka hiç bir güç tanımayan bir siyasal iradenin ileri doğru kararlı adımlarla yürümesidir.
1 Şubat Pazar günü Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştireceğimiz buluşmada Mustafa Suphi ve yoldaşlarını anarken, bu ileri adımın örgütlenmesinde de bir adım daha atmış olacağız.