Hormonlu Domates LGBTİ+fobi Ödülleri için aday listeleri açıklandı. Takip etmeyenler olabilir belki. Bu ödül 16 yıldır, İstanbul LGBTİ Onur Haftası Komitesi tarafından LGBTİ+'lara dönük ayrımcılık ve nefret söylemi üreten, yaptırımda bulunan, LGBTİ+ var oluşunu hedef alan kişi ve kurumlara verilmekte.
Bu ödülü geçmiş yıllarda alanlara bakıldığında Diyanet gibi kurumlar, Yeni Akit gazetesi ya da İçişleri Bakanı Süleyman Soylu gibi isimler var. Geçmiş yılların listelerine bakıldığı zaman, sistematik biçimde fobik söylem üreten, ağzından hastalık, sapıklık ithamları eksik olmayan ve dahası iktidar gücüyle çeşitli yaptırımlara başvurabilenler odak noktası.
Bu yılki aday listesinde ise bendeniz dahil altı marksist/ feminist/muhalif kadın bu utanç verici ödüle “layık görüldük”. Farklı siyasi eğilimlere, geleneklere, tutum ve ideolojilere sahip olsak da bütün olarak toplumsal cinsiyet eşitliğini kabul eden, bu meselelere kafa yoran, yazan, araştıran kadınlar listeye konulmuştu.
Bu utandırma ve itibarsızlaştırma girişiminde yanlış olan bir şey vardı.
Bizlerle aynı kefeye konanların (Hilal Kaplan gibi) yarattığı sansasyon bir tarafa, biz alanda, sokakta yan yana olduğumuz kimi insanlar tarafından adlı adınca düşman ilan edilip, damgalanmış olduk.
Transfobi ödülü adaylığımıza ilişkin açıklamalar ise tam olarak evlere şenlikti:
“Toplumsal cinsiyet üzerine çalışmaları da olan Zeynep Direk ve öğrencisi Öznur Karakaş” denilmiş örneğin listenin başında. Kuramsal-bilimsel faaliyetin buyurgan ve despotik doğasını bilirsiniz(!) Düz dünyacıların, aşı karşıtlarının siyasi fenomen olduğu bir dünyada iki feminist kadın bilim gaileleriyle başlı başına şüpheli hale getiriliyor.
“Gazete Duvar’da yayınladığı ''‘Feminizm ve beden siyasetinin bedelleri’ isimli yazısıyla Yasemin Varlık” diye devam ediyor liste. Ve yine kuramsal temelleri de olan politik bir tartışma yürütmek, trans aktivizmden farklı bir fikir üretmek karşımızda, kimse bunun suç olmadığını söylemesin lütfen(!)
Aynı şekilde Hale Akay da “Tebrikler TERF’siniz !: Cinsiyet Kimliği Aktivizmi” isimli yazısı ile trans aktivizmden farklı bir fikir ürettiği için, eleştirdiği için transfobik olmuş!
Listeye bendeniz “sosyal medya gücüne ve kalemine güvenme(!)” suçlarından girmişim. Göz dolduran bir iddianame gerçekten. Zaten dünya tarihine de bakılırsa transfobi tam da buralarda yuvalanmadı mı?
J. K. Rowling’in suçu da “regl olan insanlar” demek yerine “kadın” denmesi gerektiğini söylemesi. Biyolojik kadının, insan ile “değillenmesine”, kadın sözü üzerindeki “düzeltme” ihtiyacına karşı çıkmak sıradanlaşmış fobik suçlardan biri biliyorsunuz!
Kısacası hepimiz, yazılarımızda, “toplumsal cinsiyet/biyolojik cinsiyet” tartışmalarına, beden politikalarına ilişkin trans aktivizmle ayrışan yaklaşımlarımızdan dolayı “transfobik” ilan edilmiştik.
Transfobi tanımını radikal biçimde değiştiren bu yaklaşımın, bazı adayları ve geçmişte seçilmişleri derinden sarsacağını kabul etmeliyiz. Zira bu yaklaşıma göre “transfobik” olmanız için en azından transfeminizmin, onun queer teori janrının inceliklerini, felsefi-politik ayrımları bilmeniz ve karış-yorumunuzu geliştirmeniz gerekmekte. Bu durumda Süleyman Soylu’nun biraz Butler okuması yapmasını, Abdurrahman Dilipak’ın Serano külliyatına bakmasını beklemek gerekir tabii ki…
Bu işte bir yanlışlık var evet. Bunu açmaya çalışayım.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir. Konu elbette basitçe kuramsal yaklaşım farklılıkları değil. Zira bu yaklaşım farklılıkları farklı stratejileri, politikaları tartışmayı mümkün kılıyor aslında.
Analiz yalnızca analiz değildir.
Nitekim feminist kadınlara ilişkin transfobi yaftası da kuramsal inceliklere dayalı müstesna bir hassasiyetten kaynaklanmıyor. Örneğin bu listede bahsettiğim kadınlar için “trans kadınlar kadındır” kabulü açık ve tartışmasızdır. Buna karşın ısrarla, aslında ilk adımda kabul ettiğimiz, asla ve kat’a reddetmediğimiz bir ilkeyi reddediyormuşuz gibi çizginin dışına itilmeye çalışılıyoruz.
Daha açık ifade edeyim.
“Trans kadınlar kadındır” demek, trans aktivizmin tüm tezlerini, önermelerini, siyasi eksenini kabul etmek demek değildir.
“Trans kadınlar kadındır” diyorum ve aynı zamanda şunu da diyorum: Giderek ana akımlaşan trans aktivizmi, onun akşamdan kalmış postmodern tezlerini, bayatlamış radikal demokrasici stratejilerini, söylemci ve inşacı önermelerini, politikalarını kabul etmiyorum.
Metodolojik boyutu vardır konunun.
Sözgelimi dünyada özellikle 2000 sonrası ve ülkemizde son 8-10 yıldır var olan, adıyla “tarih yazıyoruz” diye manifestolar döşenen trans aktivizm manifestolarına bakınız. Bu metinlerde hak verilen, omuz verilen, ortaklaşılan pek çok gündem maddesi var. Ama temeller yok. Mesela bu metinlerde “ataerki” ya da erkek egemenliği kavramı yok. Mesela bu metinlerde kapitalizm kavramı yok. Mesela bu metinlerde sınıf kavramı yok. Ne var? Bu metinlerde heteronormativite var, ikili cinsiyet düzeni var, fobiler var, normatif dil ve semboller var. Sağlıktan eğitime, yaşam alanından istihdama her şey soyut bir “insan hakkı” kavramıyla ortaya konulmakta; üretim ilişkileri, üstyapılar, ataerkiler ve toplumsal formasyonlar gündeme gelmemektedir. (1)
Metodolojik olan kısmı burada beliriyor; determinizm ve nedensellik bir kez kenara bırakıldığında, ataerki ve kapitalizm gözden uzaklaştırıldığında manifesto, “şeylerin” yan yana keyfi ve de tutarsız biçimde sıralanmasına dönüşüyor. Kapitalizmden bahsetmeyelim ama devrim yapalım, erkek egemenliği demeyelim ama tarih yazalım!
Aynı keyfilik ve tutarsızlıkla “transfobi” tanımlanabiliyor; konum ve yönelim meşruluğun biricik kaynağı haline gelebiliyor.
Ve politik boyut…
Eşitsizlikler, baskı ve tahakkümler arasındaki ilişkiyi belli bir temelle açıklamayı, indirgemecilik olarak gören yaklaşım, “yan yana oluş” içinde bir hegemonya üretmeyi mücadelenin başı ve sonu olarak görecektir. Onun motivasyonu, diğer kimliklerin üstüne basarak, onları yaftalayarak, değersizleştirerek üste çıkmaktır. Burada bir hokus pokus sonucu düşman, ataerki ve kapitalizm çoktan buhar olmuştur. Tıpkı kadın cinayetlerinde mağdura uzanan bakış gibi, burada bakış artık ezilenlere döner.
Ezilenler arasında çekiştirmelerin, “kim ayrıcalıklı” envanterleri oluşturmanın, kanla kazanılmışı püriten bir ahlakla lüks saymanın içinden çıkan, 90’ların sünepe radikal demokrasiciliğidir. Onun sünepeliğinde, neoliberal kapitalizmin iktidar maceraları ve rejimleşen ataerkileri gündem dışıdır.
Ayinde ve ateşte, kızgın demirlerle dağlayıp etrafında dans etme coşkusunda, çoktan unutulmuş bir düşman ve iktidar vardır. Söylem savaşlarının feministlere dönük “cadı avına” dönüşmesinde; damgalamada, utandırmada, bu “tuzu kuruluk” vardır.
Radikal demokrasicilik kimileri için iltifat gibi görünen bir iktidar-dışılık hareketidir. İktidar dışılık, iktidar karşıtlığının çöpe atılmasıdır. İktidar dışılığın ilgilendiği şey, zaten “dışarıda” olanın üstüne çökmektir.
Postmodern cadı avı hikayesi tam da burada başlamıştır…
Kaynak
1-http://www.pembehayat.org/hakkimizda/detay/4/trans-manifesto