Subay ve Casus: Dreyfus Vakası beyaz perdede

Salgın dolayısıyla tarihin en zor dönemini geçirmekte olan sinema endüstrisi için yakın vadede kurtarıcı adayı olarak görülen Hollywood yapımı fantastik aksiyon filmi Tenet iki hafta önce Türkiye dahil dünyanın pek çok yöresinde salgın koşulları el verdiği ölçüde yaygın ölçekte vizyona girdi. Spot ışıklarının Tenet’e çevrilmesinin bir sebebi, tanınmış yönetmeni Christopher Nolan’ın her filminin merakla beklenir olmasıyken, diğer ve daha konjenktürel bir sebebi de salgın koşullarında vizyona giren ilk ‘majör’; yani, gişe potansiyeli yüksek film oluşuydu (*). Ülkemizde Tenet’le yaklaşık aynı zamanda vizyona giren, Roman Polanski’nin bol ödüllü yeni filmi Subay ve Casus (J’accuse, 2019) ise zaten Avrupa yapımı bir film olarak sinemaların yalnızca ‘sanat filmlerine’ ayrılan az sayıdaki ve küçük salonlarına eli mahküm iken, vizyon tarihindeki bu çakışma dolayısıyla kaçınılmaz olarak Tenet’in iyice gölgesinde kaldı. Oysa Fransa tarihine “Dreyfus Vakası” olarak geçmiş, Emile Zola’nın da zamanında –filmin Fransızca adına kaynaklık eden- ‘İtham Ediyorum’ başlıklı bir açık mektupla omuz vermiş olduğu  bir adalet arayışı mücadelesini beyaz perdeye taşıyan Subay ve Casus, ülkemizde salgın dönemi vizyona yeni giren filmlerin en dikkate değer olanı.

Dreyfus Vakası, 19. yüzyılın sonlarında - 20. yüzyılın başlarında on yıl kadar Fransız kamuoyunu meşgul etmiş, ülkeyi kutuplaştırmış bir dava süreci. 1894’te Fransız ordusuna ait bazı askeri sırların Almanya’ya sızdırılmakta olduğunun anlaşılması üzerine başlatılan soruşturma, sızdırılan bilgilere erişimi olduğu düşünülen az sayıdaki şüpheli arasındaki Dreyfus adında Yahudi bir subay üzerine odaklanır ve Dreyfus, kapalı yürütülen, sonradan açığa çıkacağı üzere usulsüzlüklerin yapıldığı askeri bir yargılama sonucu sağlam delillere dayanılmadan ömür boyu hapis cezasına çarptırılır. İki yıl sonra ise, Dreyfus hakkındaki soruşturmada da bulunmuş ve o dönem bu astının suçluluğuna inanmış olan Picquart adlı bir başka subay, askeri istihbaratın başına getirildiğinde asıl casusun kim olduğunu keşfeder ve dolayısıyla Dreyfus’un suçsuz olduğunu anlar. Bu durumu komutanlarına aktardığında ise, hata yapılmış olduğunun açığa çıkarılarak ordunun itibarının zedelenmemesi gerekçesiyle gerçeği örtbas etmesi emrini alır! Picquart, yine de davanın tekrardan görülmesi için elinden geldiğince çaba sarfetmeye başlayınca önce kızağa çekilir, yine yılmayınca da tutuklanır! Ancak tutuklanmadan önce elindeki tüm bilgileri aralarında Zola’nın da bulunduğu bir grupla paylaşmıştır ve Zola, üst düzey askeri yetkilileri tek tek ismen suçlayan açık mektubunu yayınlar. Komuta heyeti pes etmez ve bu kez Zola hakkında dava açılır...

Muktedirlerin suçlarını örtbas etme çabalarını açığa çıkarmaya ilişkin muhtelif gerçek tarihsel vakaları konu alan filmlere son yıllarda dünya sinemasında bir hayli artan sıklıkla rastlıyoruz. Yakın dönemde Spotlight’ın (2015) lokomotifliğini yaptığı söylenebilecek bu yönelim doğrultusunda dünya sinemasının önde gelen pek çok yönetmeni de ürünler ortaya koydular; Steven Spielberg’in The Post’u (2017) ve François Ozon’un kendi “oyunbaz” tarzı dışına çıkarak çektiği Yüzleşme (Grace a Dieu, 2018) bu bağlamda ilk akla gelen örnekler. Subay ve Casus da bu zincirin yeni halkası olarak görülebilir.

Subay ve Casus’ta Dreyfus Vakası tarihsel gerçeklere son derece sadık biçimde, dramatik etki adına kaydadeğer kurgusal unsurlar yedirilmeden beyazperdeye aktarılmış. Kuşkusuz, on yıla yayılmış bir tarihsel süreci akademik bir çalışma bütünlüğünde aktarmak sinema mecrası içinde ne olanaklı, ne de gerekli. Subay ve Casus, süreci tüm yönleriyle değil Picquart üzerine odaklanarak yansıtıyor; dolayısıyla örneğin Dreyfus hakkında kamuoyu nezdinde kampanya yürütenler, Dreyfus’un avukatı ve benzerleri filmde geri planda kalıp ancak Picquart’la temasları üzerinden ekrana geliyorlar.

Öte yandan filmin, Dreyfus Vakası’nın Fransa tarihi içindeki özgül makro bağlamını tam olarak yansıttığı da söylenemez; örneğin, arka plandaki kutuplaşmanın dönemin siyasi cepheleşmesinde nerelere denk düştüğüne, makro siyasi yansımalarına ilişkin doneler paylaşılmıyor izleyiciyle. Dreyfus Vakası’nın daha çok, daha yakın geçmişten günümüze dek uzanan bir yelpazede daha güncel süreçlerle benzerlikleri izleyiciye geçiyor (**). 

Türkiyeli seyirciler açısından Subay ve Casus’un çok çarpıcı bir yönü, Dreyfus davasının kimi yönlerinin çok yakın geçmişte, Osman Kavala davası örneğinde halen gününümüzde, ülkemiz gündeminde yer almış / yer alan bir dizi dava sürecini anımsatması; düzmece, sahte “kanıtlar” üretilmesi, suçlamaların böylesi uydurma “kanıtlara” dayandığı apaçık biçimde ortaya çıktıktan sonra bile bu gerçeğin insanı isyan ettirecek bir yüzsüzlükle gözardı edilmesi, haklarındaki suçlamaların apaçık dayanaksızlığına karşın insanların göz göre göre yıllarca hapislerde haksız yere çürütülmesi çok ama çok tanıdık.

Bunun ötesinde filmin en azından şahsen beni en çok etkileyen bölümleri, mahkemeye gelmek durumunda kalan üst düzey komutanların kendileri lehine çılgınca tezahürat yapan kalabalıkları kendilerince gurur içinde selamladığı sahnede olduğu gibi geniş halk kesimlerinin adaletsizlik ve zulüm lehinde saf tutmalarının, hatta seferber edilebilmelerinin sağlanabildiğini de duyumsatması. Faşizm tanımı yapılmadan yıllar önceki bir tarihsel kesitten bu canlandırmalarda faşizmin nüvelerini, öncüllerini, hatta adı konulmamış ta kendisini görüyoruz belli ölçülerde. Vatan-millet, devlet bekası, “kahraman” ve “cefakar” komutanlara “leke sürülmemesi”, dış düşmanların “sevindirilmemesi” gibi retorikler ile bu retoriklerin geniş halk kesimlerini körlemesine ikna ve seferber edebilmedeki etkinliği de çok tanıdık ne yazık ki.

Subay ve Casus’u benzer bir başka konuyu işleyebilecek herhangi bir ana-akım filmden ayıran temel bir özelliği ise izleyiciye katarsis duygusu vermemesi. Öncelikle Dreyfus Vakası’nı yalnızca çok ana hatlarıyla ve özellikle Zola’nın ‘İtham Ediyorum’ metninin şöhreti üzerinden bilenler, bu ağır top ismin metninin basında yer almasıyla Dreyfus’un dramının sonlanmadığını filmde izleyince bir hayli şaşırabilirler. Zola’nın girişimi, gerçeklerin nihayet kamuoyuna bütünüyle aksettirilmesini doğuruyor ama gerçeklerin nihayet kamuoyuna bütünüyle aksettirilmesinin de ilk başta ve daha uzun yıllar boyunca sonuç alıcı bir etkisi olmuyor; bu arada Zola da hem baskılardan payını alıyor, hem de ordu-sever halk kesimlerinin nefretinin, öfkesinin odağına yerleşiyor...

Herhalde tarihsel gerçek bir vakayı aktaran bir filmin finalinin, film hakkındaki bir yazıda ele alınması, filmlerinin finalini ele vermeme genel düsturunun dışındadır. Yine de olabildiğince örtük biçimde kaydedecek olursam, Subay ve Casus’un katarsis yaratmayarak daha da etkileyici oluşunun en arı tezahürü ise Dreyfus nihayet serbest kalıp orduya döndüğünde Picquart’la yaptığı ve kendisi açısından hayal kırıklığı yaratan görüşmeyi perdeye getiren çarpıcı final sekansı.

-------------------------------------------------

(*) Tenet’in izleyicileri tekrar sinema salonlarına çekebilme başarısı, ülkeden ülkeye farklı düzeylerde olsa da dünya genelinde mevcut koşullar altında azımsanmayacak şekilde gerçekleşmiş görünüyor. Özellikle Fransa’da ilk beş günde 800 binden fazla izleyici çekmiş olması çok dikkate değer. Ülkemizde ise aynı zaman diliminde 60 bine yakın izleyici elde edebildi (onbir gün içinde bu sayı 100 bini geçti). Türkiye’deki rakamlar Fransa başta olmak üzere dünyanın pek çok ülkesiyle kıyaslandığında beklenenin ya da umulanın çok altında olsa da şu ana dek salgın sonrası ülkemizde Tenet dışında, bir filmin ulaştığı en yüksek izleyici rakamının 10 bin dolayında olduğu da hesaba katılmalı.

 (**) Subay ve Casus’un geçen yıl Venedik Film Festivali’ndeki prömiyeri öncesinde Polanski’nin bir söyleşide bu bağlamda Yahudi düşmanlığının güncelliğini örnek olarak verirken bir başka soru üzerine filmdeki “zulüm mekanizmalarının işleyişine” şahsen “aşina olduğunu” söylemesi ise tepki toplamıştı. 43 yıl öncesinden baki bir cinsel istismar vakası dolayısıyla ABD makamları nezdinde halen firari konumda olan ve bu vakanın son yıllarda tekrar gündeme gelmesiyle itibarı sarsılan Polanski’nin kendi durumuyla Dreyfus Vakası arasında benzerlik kurma iması, herşey bir yana, Dreyfus’un suçsuz, Polanski’nin ise 1977’de ‘reşit olmayan bir bireyle cinsel ilişkiye girme suçunu’ işlediğini o zamandan beri kendisinin dahi kabul etmiş olduğu ışığında abes görünüyor gerçekten de.