Sosyal medya kullananların kolayca gözlemleyebileceği bir durumdan bahsetmek istiyorum.
Sosyal medyada çoğu zaman ne anlattığınızdan çok, nasıl anlattığınız önemlidir. Hangi adlandırma ve kavramları tercih ettiğiniz, esasa ilişkin tartışmanın üstüne çıkar.
“Fuhuş operasyonunda ‘veresiye/borç defteri’ ele geçirildi” türü bir haberde, tartışma köleleştirme gerçeğinden çok, neden “fuhuş kavramının kullanıldığında” kilitlenebilir.
Doğu Anadolu’da okul çocuklarının ciddi bir beslenme yetersizliği çektiğini istatistik verilerle ortaya koyan bir haber, “Doğu Anadolu mu?” tartışmasına boğulabilir.
Kız çocuklarının okullaşma oranını gündeme getirmek isteyen biri, ikili cinsiyet düzenine hapsolmakla suçlanabilir.
Bu ortamda “kadın nedir” tartışması bin kez gündeme gelir ama kadınların istihdamdan dışlanmaları ya da kadın yoksulluğu aynı hararetle ele alınmaz.
Siyaset, semptomlar, biçimler, dışavurumlar etrafında döndükçe, hangi kimliğin, kavramın, adlandırmanın işaret edildiği öne çıkar.
Dil ve tanımlamalara ilişkin tartışmalar önemsiz değil elbette. Hatta kadın hareketinin modüler, çok yönlü karakteri düşünülürse bu meseleleri küçümsemek kimsenin harcı değildir. Ne var ki dil ve semptom üzerine getirilen itiraz, esasa getirilen itirazı unutturuyorsa, mücadele bizi sonsuz bir tanımlama, adlandırma, kimlik tespiti kipine sabitliyorsa, bu asimetri konu edilmelidir.
Zira kolektif olmaya karşı ayrıştırma vardır burada. Ezilenleri birleştirmek yerine “en çok ezileni tespit etmektir” konu.
Siyaset bir tebliğ etme faaliyetine; kimlikler, konumlar ve mesafeler tayin etme işine dönüşür.
Dahası siyaset, gerçekle olan bağını yitirdikçe cemaatleşmenin önü açılır. Kolektif olmak yerine kendi networkünü kurmak ya da bir networkte yerini kapmak burada anlam kazanır.
“Güvenli alan” mücadelesi sanılan şey “konforlu alan” arayışına dönüşür.
“Kişisel olan politiktir”le savunulan şey, “politika, kişisel sorunlarımdan ibarettir”e evrilir.
Tüm bu anlatılanlar, kadın mücadelesi nesnel zemininden uzaklaştıkça, materyalist eksenini yitirdikçe, küçük kozmosların, cemaatlerin, networklerin uğraşı haline geldikçe ortaya çıkıyor.
Burada, milyonlarca kadının işyerlerinde, merdiven altı atölyelerde, plazaların monitör cehennemi odalarında sessiz sedasız katlandığı cinsel şiddeti nasıl kavga konusu yapabileceğimiz pek gündeme gelmiyor.
Hatta bugünlerde daha ziyade İsveç mahkemelerinin erilliği konuşuluyor.
Nerede oluyor bu?
Nafaka hakkımızı tartışmaya açacak 5. Yargı paketinin gündeme geldiği bir ülkede…
On milyondan fazla kadının (bakınız bir İsveç nüfusu) yalnızca çocuğuna bakmak zorunda kaldığı, çocuğu kreşe gönderemediği için çalışamadığı, kocanın tiranlığına, zorbalığına maruz kaldığı bir ülkede…
Dört bir yanında Diyanet’in dini rehberlik büroları açılmış bir ülkede…
Tecavüzcü ile evlendirmenin, imam nikahının, “çocuk rızasının”(!) gündeme geldiği, var olduğu bir ülkede…
Resmi rakamlara göre iki yüz bine yakın çocuğun “evli olduğu” bir ülkede…
Bebek mamasına alarm takılan bir ülkede…
Artık bozuk parayla hijyenik pedin alınamadığı bir ülkede…
Erkek şiddeti kimileri için ghosting’ten breadcrumbing’e “terapi odalarının konusu” haline gelirken, rejimin sadaka politikalarının, kadına yönelik şiddeti daha çok harladığı bir ülkede…
Siyasetin onu var eden maddi dinamiklerden bağımsız biçimde bir inşa ya da söylem olarak kuruluşu, olumsallık fikri, determinizmin reddi…Sosyal medya tüm bunları sıkıcı kuramsal tartışmalar olmaktan çıkarmış, bir tivit mesafesinde ayağımıza getirmiştir.
Söylem, tebliğ, network olarak siyaset buradadır.
Ama başkaları da vardır.
Bugünün kadın mücadelesine, sürekli maddi zemini hatırlatmayı görev bilenler vardır.
Evet, kadın dostu sosyal politikaları zorlamaktan emek süreçlerinin cinsiyetli çatışmalarını örgütlemeye, rejim ve Diyanet’le militan bir kavgaya girişmekten, AKP sonrası Türkiye’de kadınların gücüne eşik atlatacak hamleler kurmaya, siyasetin tüm gerçek yüzeylerine gözünü dikenler de…