Sosyalizmin Türkiyelileşmesi

Türkiyelileşme, malum, son zamanların revaçta başlıklarından. HDP “Türkiyelileşiyor”. Nasıl bir Türkiyelileşme, zaman ve mücadele gösterecek. Peki sosyalizm Türkiyelileşiyor mu? Hayır, aklını ve yüreğini Amerika’dan ithal “post-marksist” argümanlara teslim edenler değil tartışmaya çağırdığım konu. Hızla tekelleşmenin hızla en büyük sömürü ve bunun bir önkoşulu olarak islamizasyon çukuruna ittiği, Amerikancı ordunun askerlerinin Amerika eliyle yıllarca “kafeslendiği”, muhalefetin adının Ekmeleddin haline getirildiği Türkiye’de, çıkışın tek yolunun sosyalizmden geçtiği belki de Türkiye tarihinde ilk kez en kolay anlaşılabilir ve anlatılabilir durumda iken, sosyalistlerin, sıkıştırıldıkları köşeden ve Türkiye’nin tüm canalıcı sorunlarından kopma pahasına, yer yer kendilerini sıkıştırdıkları skolastikleşen tartışmalardan çıkıp sosyalizm bayrağının Türkiye’de nasıl yükseltilebileceği. İsteyen, nesnel durum saptamasına ve öznel durum tartışmasına bir giriş de diyebilir.

Geçtiğimiz hafta içinde Evren’in ölümü vasıtasıyla 12 Eylül dosyası yeniden açıldı. El atmaya çağırdığım konuyu, tek bir yazıda her yönüyle ele almak mümkün olmayacağından ve 12 Eylül bir yandan Kemalizm’in gayrımeşru çocuğu ve diğer yandan Kemalist cumhuriyet’in mutlak ölümü olduğundan, tartışmayı buradan başlatmak uygun görünüyor.

Türkiye’nin, son dönemde hızlanan kesitiyle birlikte, çok da uzun olmayan tarihi, Kemalizm’in altı okunun hiçbirinin, hele tekelci aşamada, kapitalizmle ve kapitalizmde ayakta kalamayacağını, neredeyse çıplak gözle bakıldığında dahi görülebilecek düzeyde göstermiş bulunuyor.

Türkiye, kapitalizasyon ve sanayileşme süreçlerinde geç kalmışlığını, altmışlı yıllarda, hızla sanayi ve özellikle dayanıklı tüketim malları sanayiine kavuşarak gidermekle kalmadı; sanayiini aynı hızla klasik kapitalist sistemle değil, tamamiyle tekel bazında kurdu. Bu süreçte dışarıdan iş almaya ve sürekli ihracat yapmak zorunda kalmaya başlayan Türkiye’nin büyük işletmelerine Türkiye içinde sömürü düzeyi de, Türkiye sınırları da yetmemeye başladı. Bu, içeride, sola, her türlü hak-hukuka, insana savaş açmak ve giderek daha karanlık bir islamı yaygınlaştırmak; dışarıda ise emperyalist sistemin lideri Amerika’ya yanaşmak, giderek Amerikan emperyalizminin üst yönetiminde kendisi bir ikinci sınıf emperyalist devlet olmaya özenmek anlamına geliyordu. Bu yolda kapılar, “eşyanın tabiatı gereği”, 12 Eylül’e ve ardından AKP’ye çıktı. Erdoğan büyük sahneye çıkışta, “ufak” bir hukuk sorunu yaşadı, yasalar milletvekili olmasına engeldi; bu “ufak” engeli de Kemalist cumhuriyetin kurucu partisi kaldırıverdi.

Tekeller altı oka karşı

Kemalizmin bütün kırmızı çizgileri, Kemalizm’in açtığı yolda kendilerine Kemalist diyenlerce çiğnendi. Kodifiye edildiği haliyle Kemalizm’in üç temel özelliği vardı: 1) Büyük devletlerden uzak olmak; 2) Büyük sermayeden uzak olmak, 3) Dinle mesafeli olmak. Hepsi ve hızla tekellerin çarkları arasında kaldı. Altı ok mu, devletçilik ve milliyetçiliğin yerine özelleştirmeler; bağımsızlığın yerini NATO; laikliğin yerini imam-hatipler; cumhuriyetçiliğin yerini önce tarikatlara hoşgörü, sonra Osmanlıcılık ve ılımlı şeriat aldı. Devrimcilik mi, altı ok arasında hatırlayanı kaldı mı, güldürmüyor bile… Bir ara adı tepeden inmecilik’ti, uzun süredir doğrudan, darbecilik diyorlar; 27 Mayıs’a en çok kim karşı, birbirleriyle yarışıyorlar: Bir koca ülkeyi el birliğiyle ne kadar geriye itebilirlerse “demokrasileri” o kadar ileri…

Kemalizm, kendi şakağına dayadığı tekelcilik silahıyla intihar etti. Cumhuriyet kurumlarının bir bir yıkılmasına alkış tutanı bol oldu ve hepsinin öncelikle emekçilerin üzerine yıkıldığını biliyoruz. İşçilere hayattan sonra cennet vaat eden sermaye, genele vurulduğunda, yeryüzünde cenneti yaşıyor. Sermayenin cennetinin adı Soma’dır, iş güvenliğinin Allah’a teslim edilmesi ve “fıtrat”tır. Cumhuriyet kurumları kadınların üzerine yıkıldı; adı, hepsini temsilen, Özgecan’dır. Cumhuriyet kurumları çocukların, gelecek kuşakların üzerine yıkıldı; adı imam-hatipler’dir. Cumhuriyet kurumları, ne kadarı kaldıysa, hukukun üzerine yıkıldı; adı HSYK’dır, adı Silivri’dir, Metris’tir, Tüpraş’tır, Haydarpaşa’dır. Cumhuriyet kurumları, cumhuriyetin kurucu partisinin üzerine yıkıldı; 27 Mayıs için özür dilemediği zamanlarda imam-hatipleri kurmakla övünmektedir. Cumhuriyet kurumları Kemalizm’in üzerine yıkıldı ve Balyoz AKP’ninse, balta kendisinindi.

Bu ülkede cumhuriyetçi, bağımsızlıkçı, laik, kamucu, Kürt düşmanlığı olmayan Kemalistler var ve zincirini koparmış yobazlık karşısında artmakla kalmayıp kendi çerçevelerinde radikalleştiler. Kemalizm artık yok. Adı var, kendisi nesnel olarak yok. Ancak, cumhuriyetçiliğin, bağımsızlıkçılığın, laikliğin, kamuculuğun gerçek, yüksek, ivedi ve öncelikli kavgasını vermezse, sosyalizm de olmayacak. Bu netlikle söylenmesi gerekiyor.

Sosyalistlerin cezasını proletarya öder

Clara Zetkin, daha 1923’te faşizmin, “sosyalizmin saati gelip çattığı halde”, sosyalistler sosyalizme inanmayı bıraktığı için proletaryanın çekmek zorunda kaldığı ceza olduğunu yazıyordu. Türkiye’de sosyalistler, halihazırda yeterince güçlü değil mi diyorsunuz; güçlenebilmek için bundan daha uygun bir zemin görmedi, derim.

Türkiye, geç sanayileşti; sanayileşirken tekel düzenini kurdu. Uluslaşmada geç kalanlardan oldu; nasyonalizmi keşfederken şovenizmi içerdi. Şimdi kendi sanayisini baltalıyor; Davutoğlu ve Ilıcak’ın içinde bulunduğu bir kısmı kendilerine Türk demekten utandıklarını söylüyor. Sosyalistiz; ulusalcılık suçlaması korkusundan kurtulma zamanıdır. Gezi, Kemalistlerin egemenlere teslim ettiği Türk bayrağını Eylülizm’in elinden almış, bir eli Kürt kardeşinin elinde, yobazlığa karşı laikliğin, cumhuriyetin, kardeşliğin, Haziran’ın bayrağı yapmıştır. Gazdanadam’da Türk bayrağı Gündoğdu marşıyla dalgalanmıştır. Daha ötesi, altı oku sahiplenenler için artık meselenin tek başına laiklik kavgası olmadığı, olamayacağı, bu topraklarda kapitalizm yolunun sahiplendikleri her ok için çıkmaz sokak olduğu her zamankinden daha görünürdür, daha “gösterilebilir”dir; “Sosyalist Cumhuriyet”in bir talep değil, tek çözüm olduğunu  göstermek artık daha kolaydır. Ancak bunun yolu, bir kısmı Ekmeleddin muhalefetine karşı HDP’ye de oy verecek cumhuriyetçi Hazirancıların egemenlerin elinden koparıp sokaklara taşıdığı Türk bayrağını, onların elinde simgelediği tüm taleplerle birlikte yerde bırakmayacağımızı; Arap, Türk, Kürt zenginlerine kapatılmak istenen sahillerimizden, imamlara teslim edilmek istenen okul ve üniversitelerimize, AKP ile sermayenin patatesi Amerika’dan ihraç etme hevesinden NATO’ya “mızrak ucu” olma hevesine her yerde egemenlerin karşılarında her zaman biz sosyalistleri bulacağını onlara da göstermekten, kavgaya bu yolla çağırmaktan geçiyor.

Ama “sosyalizmin bayrağını yükseltmek” diyordun, Türk bayrağı gene nereden çıktı diyenler mi var hâlâ, sosyalizmin bayrağı ya kongre salonlarımızda “bu halkın taşıdığı, Denizler’in taşıdığı bayrakla kirlenmeden” faşizmin gelmesini bekleyecek ya da artık Haziran rengindeki bu bayrakla beraber ve onu ileriye taşıyarak yükselecek. Önünde ne zorunlu olarak bir “aşama”, ne de, başından kavgaya yeminli olduğumuz egemenler bir yana, kendimizden başka engel bulunuyor.

Ya da bazıları için bu yazılanlarda yeni bir şey yok mu, çok mu yazıldı çizildi? Biliyorsak, o halde geç kalıyoruz.

Başladık ve yol katettik; yükseltme zamanı.

Türkiye çağırıyor, Türkiyelileşme zamanı.