Somut ve hassas konularda diyalektik düşünebilmek

Bazı konular hem çok hassas, hem de yazmaya yeterli netlikte görünmüyor. Net olsa bile, taraf tutmak gerekiyor. Ama bu sefer de, netlik yeniden kaybolmaya başlıyor. Ardından, “politik” olarak, kaybetmeye de başlıyorsunuz. Hiç şaşırtıcı değil, çoğu, tarihle, diyalektikle, diyalektik düşünememekle  ilgilidir.

***

Bazı somut ve hassas konulara hemen örnek vererek başlayalım:

Ermeni Sorunu,

Dersim, Kürt İsyanları bir tarafta, yazılması zor sorunlar.

Sovyetler'in iç tartışmalarına gelelim: Stalin ve Troçki arasında yaşanan mücadele, kavga, düşmanlık... Yazılması hem zor, hem “bela” bir konu...

Türkiye sosyalistleri arasındaki pek çok kavga, tartışma da aynı şekilde... Milli Demokratik Devrimcilerle, Sosyalist Devrimciler arasındaki tartışmalar, zaman zaman, “kan davaları”... Hatta, kendi içlerinde süren kavgalar... Hala sürüyor.

Burada “sağ duyu” çağrısı yapacak değilim. Sosyalistler “sağ duyu” yerine, “sol bilinç” tercih ediyorlar. Ancak, buradaki önerim, tartışmalı tarihi konularda, meseleyi gerçekten de “tarihe”, “tarihçilere”, ama daha önce, “diyalektiğe” bırakmak.

Sosyalist politika, her konuda net ve kesin sözler söylemek zorunda değil. Bu bir saplantıdır. Her konuda konuşmak... Ama, söylenecekse, mutlaka “diyalektik” olunmalıdır.

Ermeni Sorunu mu dediniz? Olup bitenler hakkında farklı tespitlerde bulunmak mümkün. Katliam olduğu kesin, soykırım olduğu, belirsizdir. Ermeniler’in, Rumlar’la birlikte Anadolu’dan kovulmaları, Türkiye Türklerini aşan yönlere sahiptir. Hatta, konu tarihçi İlber Ortaylı’nın dediği gibi, çoğu zaman, tarihle değil, “hukukla” ilgili bir tartışmadır.

Dersim kesin bir katliam. Ama, devlet tarafından yapılanları şiddetle eleştirmekle birlikte, konu hakkında Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkilerinin nasıl geliştiğine de bakmakta yarar vardır. Bir de, “içeride”, feodalizm-kapitalizm kavgasına...

Diğer konu, Stalin-Troçki kavgasıdır. Troçkisiz bir devrim düşünülemez. Ama, sosyalizmin yaşatılması da, Stalinsiz düşünülemez. Ayrıca, tek tek hiç biri, kişi olarak, kişisel etkileriyle tarihe damga vurmadılar. Partiler, kitleler, sınıflar meseleye dahil olmuştur. Kaldı ki, Stalin’in Troçki’den daha fazla Troçki olduğu dönemler bulunmaktadır. Troçki hayinlik yaptı demek, biraz Çerkez Ethem’e hayin demeye benzer... O kadar da basit değildir!

MDD’i formüle eden Mihri Belli’nin, “Aydınlık Sosyalist Dergi”de, 1960’ların uluslararası sosyalist harekette yaşanan bölünmeler hakkındaki yaklaşımını hatırlatmak isterim. Sovyet-Çin tartışmasını... Belli, bu iki devletin, “büyük devlet politikası” yaptığını, taraf tutulmaması gerektiğini söylüyordu. Doğru tavır olarak da, Küba’nınkini gösteriyordu. Ama, bizim sosyalistler, taraf tutup, bölünüyor, kavgaya başlıyorlardı. Türkiye’nin sosyalistleri, nedense, Sovyetçi ve Çinci (Pekinci) diye, 1960’ların ortasında bölünmeye başladılar. Sonrası daha da vahim. Bazı çizgiler, Arnavutluk’tan fazla Enver Hoca’cı olacaktı. Sovyet-Çin kavgasına bir de Arnavut çizgisi ilave (diğerleri hariç)... Olacak şey değil!

Bir konu daha ekleyelim... Daha yaşamsal sonuçları olmuştur. 1970’lerin başında bazı Avrupa komünist partilerinin Marksizmi resmi olarak programlarından çıkarmalarını. 1970’lerin sonlarına doğru Fransız Marksizmi’nin çevirilerle Türkiye’ye getirilmesini... Ardından, orada yapılan tartışmaların devamı niteliğinde olan, 1980 sonrası tartışmaların ayniyle, çevrilip, Türkiye’ye takdim edilmesine. Sivil toplum ve postmodernizm tartışmalarına....

Türkiye sosyalizminin meselesi midir, sivil toplumculuk, postmodernizm, postmarxism? Avrupalı, Amerikalı sorunlarla dolu tartışmalardı bunlar... Teorik düzeyde, akademide, tartışılır, yazılır... Ama, bir harekete bunlar neden doğrudan etki eder, anlamak mümkün değil.

Avrupa, Sovyet Marksizminden farklı, Avrupa Marksizmi olarak, kendi teorisini geliştirmektedir. Türkiyeliler, neden, Tanzimat kafasıyla yaklaşıp yine, taraf tutmuş, hatta, doğrudan düşünsel ithalata başlamıştır? Yine, anlamak mümkün değil...

***

Atlayarak gidelim: Ergenekon-Balyoz-Devrimci Karargah davaları... Kimin haklı, kimin haksız olduğu belliydi... AKP-ABD-Cemaat-İsrail tarafından, Kemalistler , Avrasyacılar, onlara yakın olanlar, orduda, bürokraside,medyada, tasfiye ediliyordu. Ama, devletin tepesinde bir kavga vardı, doğrudan dahil olmamak gerekiyordu.  Asker daha laikti, doğru, ama, çoktandır kışlasında cami açan, mehter orkestrası kurdurmuş bir orduydu bu. Elbette, AKP gladyoyu, “derin devleti”, temizliyor değildi. Ama, meseleye, yeni bir “yönetici sınıf” içi düzenleme olarak bakılabilirdi...

Hegel sivil toplumdaki çelişkilerin devlet içinde aşıldığını, Marks ise, çelişkilerin o seviyeye, sadece biçim değiştirerek aktarıldığını söylüyordu. Marks diyalektiği öğrendiği Hegel’den daha diyalektik düşünüyordu...

***

Türbanın önce üniversitelere, sonra da devlet dairelerine girebilmesi... İslamcılar adım adım gittiler ve türlü türlü oyunlarla, yine başarı kazandılar... Türbana evet, hayır, bu ayrımlar üzerinden tuzağa düşüldü! Türban bir simgedir denildi, doğruydu. Bunun arkası da gelir dendi, doğruydu. Ama, bu doğrular, “politik” değildi. Stratejik olarak da yanlıştı... Meseleye, tümüyle kadınlar ve dincilik ilişkisi kapsamında yaklaşılabilirdi...

Yani, zıtların biri yanında yer alıp, taraf tutarak değil, zıtların dışına çıkarak, “zıtların birlikteliğini diyalektik olarak aşmaya çalışarak”!

***

Kürtler emperyalizmle, AKP’yle dans ediyorlar! Doğru. Ama, “Türkiye’de hükümet olan AKP” diye hemen yanıt verebilirler. “Ortadoğu’da, ABD, İngiltere, İsrail olmadan politika yapamazsınız” diye de, eklerler.

Diyalektik bir yanıtımız var mı? Benim yanıtım, Türkiye ile tüm Kürtlerin kuracağı bir sosyalist federasyondur. Hem Türkiye bölünmeyecek, hem tüm Kürtlerle birlikte daha geniş bir federasyonun lider cumhuriyeti olacak, hem de, ABD ve İsrail bölgede önemsiz hale gelecektir. Hem Kürt sorunu, hem emperyalizm sorunu, hem de ardından kapitalizm sorunu!

***

Ermeni Sorunu, Dersim, MDD mi SD mi sorusu, ya da, Stalin versus Troçki, AKP’ye karşı Ergenekon mağdurları, türban mı laiklik mi? Ya da, en önemlisi, Kürt sorunu.

Evet ama, “dikotomik” mi, “diyalektik”mi düşünüyoruz?

Tarihin yanına coğrafyayı da koyacak mıyız?

***

Diyalektik düşünürsek, tarihte ve coğrafyada, nerelere kadar gidebileceğimizi bir düşünün!