Türk bayrakları, Fetö kuklaları, ‘sabaha dek sürecek coşku’ vaadi, ‘destan yazma’ teklifi, derken Cecili kaçta gelecekmiş telaşı, ‘idam da isteriz, sucuklu ekmek de’ ve bir kez daha ALLAHUEKBER, ‘vatan, millet, kayseri’ ama hoooop dombra, ‘ maklube kuyruğu mu o?’, patlat oradan bir kez daha ‘ölürüm Türküüüğyem’, ‘ırmağının akışı da güzel ama bu Yılmaz Morgül de nerden çıktı’...
Belki bir çıldırma ayini, sıra dışı bir karnaval, ‘destansı’ bir potpuri ama hayır sanki hepsi ve hiçbiri...
Evet karşımızda son derece ilginç bir manzara var. Frenleri iptal olmuş, zincirlerinden boşalmış, tüm dışavurumculuğuyla artık ‘evde zorla tutulan’ değil, meydanlara akan/sürüklenen bir toplumsallık bu.
Dahası, 15 Temmuz’dan beri sokaklarda arzı-endam eden bu hareketlilik, en son Yenikapı mitingiyle birlikte yepyeni bir evreye taşınmış görünüyor. Reisin talimatıyla başlayıp ‘muhalefetin’ icazetiyle süren bu ‘sokak hareketliliğinin’ cazibesi her yeri sarmış durumda.
Öyle ki muhalif edebiyatçısından, ‘solun’ star gazetecilerine, ünlü piyanistlere ‘kitlenin cezbesine’ kapılmayan kalmadı.
İddia oydu ki darbe ‘halkın’ kendini tankın önüne atmasıyla başarısız olmuştu; sol kılını bile kıpırdatmamıştı, nihayetinde bu sokakları, meydanları dolduranlar solun dilinden düşürmediği ama küçümsediği ‘halktan’ başkası değildi…
Böylelikle kendini ‘bizim mahalleden’ sayanlar, ayar verme ustaları, solculara not vermediği gün uyuyamayanlar, ruhsal sorunlarını sola küfrederek çözmeye çalışanlar, ‘koyma ve sokma’ uzmanları bir bir sökün etti.
Solcu taşlama, ‘utanmıyor musunuz’ çemkirmeleri, ‘Twitter’de at koşturmayın’ talimatları, ‘bizim mahalle ne yaptı?’ hayıflanmaları, işte buradan türedi.
İşin aslı bu taşırmalı, höykürmeli öfke selinde öne çıkan üç temel varsayım var.
Varsayım1: 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte ortaya çıkan kendiliğinden bir halk hareketidir. ‘Aziz milletin’ değil belki ama o küçümsenen halk yığınlarının derin hatırasındaki ‘darbe karşıtlığı’ ve ‘demokrasi özlemi’ oldukça önemli bir zemindir.
Varsayım2: Bu kendiliğinden halk hareketi sayesinde darbe girişimi yenilmiştir.
Varsayım3: Darbeye karşı cengaverce ‘kendini tankın önüne atan millete’ karşın sol destek vermemiş, dahası sokaktaki kitleyi, ‘haysiyetli yurttaşı’ ,‘işidçilik’ ‘şeriatçılık’ gibi uçlarla tarif ederek hasmının cephesine doğru ittirmiştir. Sol bu ‘halkı’ küçümsemektedir...
Kestirmeden söyleyelim, bu üç varsayımı, çöp torbasında patates kabuklarının yanına gönül rahatlığıyla atabilirsiniz. Pek çok nedenle...
Darbe gecesini, her sokak başında bir caminin olduğu, sosyal medya ve bir dünya TV kanalının sere serpe ‘sokağa çıkın’ propagandasını yaptığı Türkiye toprakları içinde geçirdiyseniz, ‘darbeye karşı kendiliğinden bir halk hareketi’ değil; şeriatçısından kemik AKP kitlesine uzanan karşı-devrimci bir toplumsallığı görebilirsiniz.
Sır değil, öncesinde reisin has adamlarının, sonra bizatihi reisin, gece vakti tüm camilerde hazır ola geçen imam ordusunun ve sokaklarda mevzi kapan tarikatçı unsurların çağırıcılığını yaptığı bir politik kalkışmadan bahsediyoruz.
Üstelik darbe girişimi, iddia edildiği gibi ‘halkın direnişiyle’ değil, AKP cephesindeki devlet gücünün stratejik başarısıyla yenildi. ‘Tankın önüne yatan halk’ söylemi ise bu askeri başarıya hegemonik bir güç sağlamak üzere kullanıldı.
Öyle ki sahne sahne, adım adım bu ‘hegemonik güç denemesi ‘geliştirildi; partizan, şeriatçı görüntüden ‘politik düşmanını’ bile vitrinine sokabilen geniş bir kadraja doğru ilerledi.
Ve işin daha ironik yanı tevhid bayraklarının, tekbir ve selaların ardında, solun ihmal ettiği, hor gördüğü ‘halkı’ keşfedenler, tüm bu kalkışmanın organik tamamlayıcısı, yürütücüsü, organizatörü konumundaki ‘devlet’i görmemekte ısrarcı.
Peki ‘halkı küçümseme’ konusunda daha ince bir nokta olabilir mi?
Türkiye’de dar anlamda sol değil belki ama ‘ilerici toplumsallığın’, bugün ‘meydanlara akan/sürüklenen yığına’ dönük çoğu zaman ‘koyunluk’ ‘aptallık’ ‘cahillik’ ‘çomarlık’ ‘beleşçilik’ gibi kodlarla yaklaştığı malumunuz. (1)
Sosyal medyayı sıkı takip edenler bilir; sözgelimi ‘çomarlık’ yalnızca koşulsuz itaati ya da ‘g.t kılı’ olmayı değil eğitimsizlik, yabancı dil bilmemek, hatta Türkçeyi bile düzgün kullanamamak, köylülük gibi sınıfsal göndermeleri çok da müphem olmayan referansları bile içermekte.
Tam da buna karşılık ‘meydanlarda belirenin’, kendini azgelişmişlik, horlanmışlık, eğitimsizlik ile ve tüm bunları ‘garanti etmesi beklenen’ bir sahicilik, harbilik, gözü peklik ve hatta ‘erkeklik’ ile kurduğunu görüyoruz. Hatta bugün sokağı tutanların kendi hegemonyalarını kurmalarında, ‘okumuşun şerrinden’ dem vuran karşı kodların varlığını ilk elden kavramak mümkün.
Kültürel karşılaşma, itmeler, çekmeler, dil, üslup, kodlar, semboller ve mevziler kuşkusuz çok önemli. Ancak politik dinamikleri kültürel süreçlere daraltmanın ya da bir benzetmeyle, ringi(siyasal mücadele) bırakıp tribüne(kültürel süreçler) odaklanmanın da ciddi kimi riskler barındırdığını söylemek mümkün.
Bu nedenle dönüp dolaşıp solun dilinden, kapsayıcı olmak gerektiğinden vs dem vurmanın bir yerden sonra anlamı yoktur.
Sözgelimi üç haftadır yaşanan sokak hareketliliğinde; tankla poz veren gelin, Gezi’nin rengarenk merdivenlerinin kırmızı beyaza boyanması, parklarda çadırlı nöbetin sürdürülmesi gibi imge, sembol, tutum üretilmesinde hep bir karşı-Gezi pratiğini görüyoruz. İşte bu, karşı-Gezi kodlaması, kazanılmış politik mevzilerin kültürel karşılaşmalarda nasıl da ‘ayar verici’ bir üstünlüğü olduğunu, hasmını kötü de olsa kopyalar üretmeye ittiğini kanıtlar niteliktedir.
Sonuç olarak, bugün utanmaya davet edilen, günah çıkarması istenen solun, yeni biatçılara rüşt ispatlamaktan çok daha ciddi işleri var. Sol kendi mevzisini; ilericiler ile gericiler, şeriat özlemi çekenler ile laikliği savunanlar, özgürlüğü bayrak edinenlerle tevhid bayrağı sallayanlar, Topçu Kışlasını dilinden düşürmeyenler ile Cumhuriyet’i benimseyenler, güç sevdalıları ile ekmek kavgası verenler arasında berkitmek zorundadır…
1- ‘Çomarlık’ bahsinde bkz. http://ilerihaber.org/yazar/ampanadolu-comariampna-dair-54412.html