Siyasette kilit nokta: Sömürü ve tahakküm

Türkiye’de TÜSİAD’ta birleşmiş olan büyük kapitalistlerin siyasetle ilişkileri sık sık tartışma konusu olmuştur. Hükümetlerle anlaşamadıkları zamanlarda siyasete ilgilerini daha açık ifade eden büyük sermaye genellikle sessiz kalır, siyasetin doğrudan yönlendiricisi olma izlenimi vermekten kaçınır. Ecevit Hükümetine açık muhalefetini tam boy gazete ilanlarıyla ilan eden, hükümetin yıkılmasında aktif rol oynayan büyük sermaye askeri darbelerin aktif destekleyicisi olmuş bunu açıklamaktan mutluluk duymuştur. Büyük bir tekstilci ve etkin sermaye örgütü TİSK’in başkanı Halit Narin’in 12 Eylül'den sonra “şimdi gülme sırası bizde” dediği hatırlardadır. Yine 12 Eylül’den sonra Koç grubunun efsane patronu Vehbi Koç’un darbe liderine yazdığı destek mektubu da arşivdedir.   

Büyük sermayenin iktidarlar hakkındaki olumlu ya da olumsuz tutum ve davranış içine girmesinde garipsenecek bir durum yoktur. Egemen sınıfın, öncelikli olarak bu sınıfın çıkarlarını genel olarak savunan iktidarların korunup kollanması doğaldır. Kuşkusuz egemen sınıf denilince yekpare bir bloktan söz etmek mümkün değil. Büyük sermaye arasında çıkar çatışması kaynaklı anlaşmazlıklar olabilir, bu da iktidarlar ile büyük sermaye arasında esası zedelemeyen tartışmalara yol açabilir. Daha da fazlası büyük sermaye ile egemen sınıf kavramı içinde sayılabilecek sermaye kesimleri arasında farklılıklar, politikadan farklı beklentiler de olasıdır. Ama sonuçta egemen sınıf ile siyaset, somut olarak hükümetler, iktidarlar arasında kapitalizm konusunda herhangi bir anlaşmazlıktan söz edilemez. Bu reformcu sosyal demokrat partiler iktidar olsa bile genel olarak kendiliğinden işleyen mekanizmadır.

AKP’nin olağanüstü serüveni

Kuruluşundan hemen sonraki ilk seçimde birinci parti olmayı başaran AKP, ekonomideki büyük krizi neoliberal IMF reçetesi ile atlatmayı, yani sistemi yeniden işler hale getirmeyi başarmak üzereyken iktidardan düşürülen koalisyon hükümetinin ekonomik politikasını virgülünü değiştirmeden üstlendi. Planladığı geçiş döneminde kadrolarını fanatik islamcılardan seçmemeye de özen gösteren yeni parti sermayeyi mutlu kılacak AB ile ilişkiler konusunda adımlar attı, bu konuda destek veren anti Kemalist liberal aydınların da desteğini aldı. Büyük sermaye hem Dünya Bankası kökenli Kemal Derviş politikalarının sürdürülmesinden hem de AB ile ilişkilerin gelişmesinden mutlu oldu. Bu aynı zamanda Avrupa’dan destek anlamına geliyordu. Böylece AKP bir taşla bir kaç kuş birden vurmayı kendi ideolojik dünyasını gizlemeyi o yıllarda sol tarafından sıkça kullanılan tanımla “takiye” politikasını uygulamayı başardı. Büyük sermaye memnundu; ekonomik kriz atlatılabilirdi, AB ile ilişkiler düzelecekti bu da sermayenin hedeflediği ekonomik hedeflerle uyumlu bir dönemin başlayacağını gösteriyordu. Liberal aydınlar memnundu; yıllardır yazıp çizdikleri askeri vesayetin sona ermesi imkan dahiline giriyor, resmî tarihi yeniden yazma fırsatı çıkıyor, İslamcılara, türbana, tesettüre özgürlük, laiklikle tanımlanmayan “gerçek demokrasi”ye geçiş adeta gerçekleşiyordu.

Balayının uzun sürdüğü söylenemez. AKP hızla kendi düşüncelerini, ideolojisini, çizgisini hayata geçirmek için ihtiyatlı ama kararlı bir politika izlemeye başladı. İlk adım olarak hem ekonomide bir canlanma yaratacak, inşaat işlerini, yol, köprü, konut yapımını öne alarak bir sermaye grubu yaratma planını uygulamaya koydu. Büyük sermayenin laiklik karşıtı eylemlerin ve politikalardan hoşnutsuzluğunu arada sırada ama cılız bir şekilde ifade etmesi ise acaba ordudaki Kemalist kadrolar bu gidişe radikal bir şekilde itiraz ederler mi korkusuna dayanıyordu. Korku yersizdi çünkü AKP’nin hızla büyüyen Gülen Cemaati ile birlikte bu tehlikeyi bertaraf etme planı çok geçmeden uygulamaya konulacak orduda büyük bir tasfiye hareketi gerçekleştirilecekti. Ayrıca büyük sermaye içinde liberal aydınlarla uyum içinde çalışan holdingler de aktif destek sundular.

Bilinen hikayeyi uzatmayalım; büyük sermaye içinde gidişin pek de olumlu olmayabileceğini düşünen ama azınlıkta kalan kimi TÜSİAD üyelerinin cılız bir iki itirazı dışında uygulanan ekonomik politika devam ettiği sürece sorun çıkmayacaktı. Sorun sisteme en küçük bir itirazı olmasa da AKP’nin medya konusundaki politikalarına ayak uyduramayan “Ana Akım” medyaya hakim bir sermaye grubunun “eleştirel” yayınlarını sürdürmekteki ısrarı nedeniyle çıktı. Ama AKP gittikçe sertleşen politikası ile bu grubu ve sorunu çözdü.

Bu arada Cemaatin ortaklığı bozma, kendi başına hareket etme, kendi sermaye grubunu, kendi medyasını oluşturma ve nihayet iktidarı paylaşmak yerine bir darbe ile ele geçirme girişimi akamete uğratıldı. Bu dönem sonuçları ağırlıklı olarak cemaatin kimi hedefleriyle uyumlu davranan liberallerle ittifakın bozulmasına yol açtı.

Büyük sermayenin sıkıntıları

Büyük sermayenin AKP iktidarına desteği koşullu ve kuşkulu olarak sürüyor. Dış politika onları huzursuz ediyor, bölgesel ve küresel ilişkilerin bozulması sermayenin çıkarlarını zedeliyor, ama aynı zamanda genel ekonomi politikasına kimi adımları riskli görseler de önemli bir itirazları yoktur. Uygulamalar ve yasal düzenlemeler en zor koşullarda sermayenin genel çıkarlarına uygun bir şekilde yürütülüyor. Bunalımın yükünü, kapitalizmin genel kurallarına aykırı olmayan ama beceriksiz yöntemlerle sürdürmekte ısrarlı ve kararlı olan iktidar zaten bu saatten sonra büyük sermaye ile politika tartışacak değildir; dikte ediyor.  Cumhuriyet dönemi ile ilişkili bir iki pürüzü de çözecek, örneğin Cumhuriyetin Bankası İş Bankası’nın sosyal demokrasi ile ekonomik anlamı olmasa da gönül bağını koparıp atacaktır.

Pratikte görünen budur. Peki bu genel tablo solun teorik öngörülerine sığıyor mu? Kısacası bu analiz, solun egemen sınıf - devlet - iktidar ilişkileri konusundaki teorik çerçevesine denk düşüyor mu?

Genel çerçeve üretim araçlarına sahip olanların mümkün olan en yüksek artı değere el koyabilmeleridir. Bu çerçeve tüm toplumsal, politik hayatı etkileyen belirleyen çerçevedir. sömürünün en üst düzeyde gerçekleştirilebilmesi, tüm halkın geçiminin belirli ölçülerde sağlanabilmesi üretim tüketim ilişkisinin işleyebilmesi, toplumsal yaşamın gereklerinin sağlık, eğitim, ulaşım, bürokrasi hatta din hizmetlerinin yerine getirilmesi ve bunların olabildiğince vergiler yoluyla çoğunluğu oluşturan halk kesimlerinden alınabilmesi ile mümkün olur. Kuşkusuz sistemin bu şekilde işleyebilmesinin tehlikeye girmesini önlemek de siyasetin görevleri arasındadır. Sermaye ile siyasetin pazarlığı bu ön koşul altında başlar. Pazarlığın sonraki aşamalarında siyasetin bu çerçeveyi bozmayacak her türden yöntemi uygulamasına, verili koşullarda denemesine sermaye itiraz etmeyecektir. 

Belki Ralph Miliband gibi sömürü ile tahakkümü çok keskin çizgilerle olmasa da eş değer görmek, hatta tahakkümü sömürünün temel koşulu saymak; “sömürü merkezi önemde olmakla birlikte onu mümkün kılan tahakkümdür” demek (Sınıfsal Analiz; Günümüzde Sosyal Teori içinde, sf.368. Say Yayınları)  gerekmiyor ama, sermayenin artı değere el koyma sömürü süreci ve biçiminin siyaset eliyle gerçekleştirilecek zoru (yasalaştırılmış baskı, otoriter yönetim biçimleri ya da açıkça faşist) içermesi kaçınılmazdır. Bu arada sermaye ile siyaset arasında, siyaset seçkinlerinin artı değerden değişik nedenlerle pay istemesi ya da alması, ideolojisini dayatması da iki güç arasında çatışmaya yol açabilir. Bu nedenle de iki farklı güçten söz etmek siyaseti sermayenin yalnızca avukatı, sözcüsü gibi görmemek yerinde olacaktır.

Sonuçta, AKP’nin bugünkü politikaları büyük sermayeyi bir ölçüde rahatsız ediyor olabilir; özellikle dış politikanın sermayenin hoşuna gitmeyen yalnızlaşmaya yol açması ve süreklilik kazanması bu tatsızlığın nedenidir. İçeride artan yükün, krizin bedelinin halk sınıflarına ödetilmesi, artı değere her koşulda giderek artan ölçüde sermaye tarafından el konulması, kıdem tazminat gibi geçmişten kalma kimi pürüzlerin temizlenmesi içen gösterilen çaba nasıl sermayeyi mutlu kılıyorsa, küresel düzeyde yalnızlaşma da o ölçüde mutsuz ediyor. Ama bütün bunlar, sermayenin üretim araçları mülkiyetine sahip olmaktan kaynaklanan sömürünün ve siyaseti yönetme tarzı olan tahakkümün birinci dereceden ortağı yapıyor. 

Bu arada bir parantez açıp Pandeminin krizdeki sisteme verdiği zararları ve nedenleri üzerinde durmak yerinde olacaktır. Öncelikle işsiz sayısının gerekli olanı geçtiği, çalışma saatlerinin sistemin gereksinimini de aşacak ölçüde kısaldığı, krizi çözme olanaklarının sınırlandığı, finansal krizin tırmandığı, küresel ticaretin zarar gördüğünü ve nihayet uluslararası çelişkilerin keskinleştiği bir gerçektir. Bu durumun da baskı yöntemlerine ağırlık verme eğilimini güçlendirdiği sermayenin bu nedenle siyasetle ilişkisinde baskıcı yöntemleri daha açık desteklediğini söylemek mümkündür. Ama bu konu ayrıca tartışmayı gerektirecek kadar dallı budakladır.

***

Peki bu durum sermayeyi doğrudan politik özne yapıyor, müdahil olma eğilimini güçlendiriyor mu? Hayır. İktidar partisinin muhtemel yenilgisinin ihtimal olmaktan çıkması durumu değiştirir mi? Evet. Çünkü siyasetin yenilgisinin sermayenin yenilgisine dönüşmesini önlemek isterler. Peki, büyük sermayenin iktidarla ilişkilerinin bozulmasını umut olarak gören, politikada uzlaşmacılığı öncelikli ve sürekli bir yöntem olarak benimseyen sosyal demokrasinin sermaye sınıfı ile ittifak beklentisi bizi hiç mi ilgilendirmez? Koşulları iyi izlemesi gereken halk sınıflarının aydınları olarak, evet ilgilendirir. Bu “evet” sermaye sınıfları ile mücadeleyi erteleme sosyalizm hedefinden vazgeçme, “demokrat”, ulusal bir burjuvazi keşfetme, eskinin eskisi aşamalı devrim modeline yaklaşma anlamına gelir mi? Hayır! Çünkü üretici güçlerin kapitalist gelişimi bu güçleri insanı ve doğayı yok eden yıkıcı güçlere dönüştürdü. Bu nedenle sermayeyi siyasetle kimi konularda itirazı var diye baskıcı eğilimleri durduracak güçler arasında saymak yalnızca şaşkınlık olur.  Çünkü yeryüzünün geleceği ile ilgili konularda, demokrasiyi sosyalizmle tarif eden çözümde sermayenin herhangi bir payı olamaz. Çünkü artık mavi siyah bir karanlıkta bir yıldız olan Nail Satlıgan’ın (Kapitalin İzinde sf.40 Yordam Kitap) dediği gibi, “ya sosyalizm ya barbarlık”  alternatifinin günümüzde “ya sosyalizm ya yok oluş” ikilemine dönüştüğünü söyleyen Marksistlerin kast ettikleri tam da budur.”