Herhalde bu düzenin bitişini bundan daha iyi hiçbir şey anlatamazdı. Ermenek’teki maden cinayetinde, günlerce çamura gömülü kaldıktan sonra cansız bedeni çıkarılıp toprağa verilen Tezcan Gökçe’nin babasının, cenaze namazında fotoğraflanıp gazetelere ve televizyonlara yansıyan delik kara lastiklerinin valilik emriyle alınan yeni bir çift kara lastikle değiştirilmesindeki pervasızlıktan söz ediyorum. Artık emekçilere en küçük bir insanca nesneyi bile layık bulmadıklarını açık açık ilan ediyorlar. Bir tek acılı baba için, küçük bir sahtekârlık gösterisinde bulunup, yüz liralık bir çift deri ayakkabı almayı bile çok görüyorlar.
Delik kara lastiği, on liralık gıcır gıcır bir kara lastikle değiştiriyorlar. Halkımızın ilginç bir sözü var; dost başa, düşman ayağa bakarmış, maden işçilerinin ölümcül düşmanları geride kalanların delik ayakkabılarına bakıyorlar. Boy boy fotoğraflarını, filmlerini çektiriyorlar. Yarattıkları cehennemin sıradan bir sonucudur. O kadar sıradan ki, delik kara lastiği, delik olmayanıyla değiştirmek yetiyor.
Düzenin kilittaşı imam
Hiç utanmadıklarını biliyoruz, peki ama hiç korkuları da mı yok? Çalışmayı emekçiler için, bir “ölüm vardiyası”na çeviren bu düzenin sahipleri, bunun yaratacağı tepkiden, öfke ve isyandan hiç çekinmiyorlar mı? 2013’ten beri halkın gözüne sıka sıka erittikleri zehirli gaz stoklarını yenilemek, toma sayısını ikiye katlamak, üniversitelere, sokak aralarına Işid çetelerini salmak, bu düzenin korkusunu yenmesine yetiyor mu?
Belki de her televizyon kanalında, gün boyu peş peşe yayına soktukları televizyon dizilerine güveniyorlar. Bu dizilerin uyuşturucu ve aptallaştırıcı etkisi yıllarca denenmiş, güvenilir bir araç olduğunu kanıtlamış. Ellerinde sağlam veriler var.
Ondan da daha çok, beş yaşında çocuklara kadar ezberlettikleri dinin etkisine bel bağlıyorlar. Dini kullanarak nasıl iktidar oldularsa, insan yaşamını doğumdan ölüme kadar onunla boğarlarsa hep tepede kalacaklarına güveniyorlar.
Demek ki, bir sınıf olduğunun bile bilincinde olmayan işçi sınıfının, derneksiz, sendikasız, partisiz, kişiliksiz yani topyekûn örgütsüz durumuna bakıp bütün korkularını yeniyorlar.
Tezcan Gökçe de, bir çift kara lastik bahasına madene inmeyi göze almıştı. En az iki yüz yıl öncenin maden çıkarma tekniğiyle, önlemsiz, haritasız, kölece, boğaz tokluğuna yerin altında çalışmaya mahkûm edilmişti. Baba Recep Gökçe, gazeteciye acısını anlatırken, asıl katilleri değil, sanki oğlunu suçluyor, “sonunda çalıların altına koydurdu kendini” diyor. Suçlu Tezcan mıydı, Recep baba, bütün ezilmişliğinle sana yardım niyetine kara lastik getirenleri hoşgörürken, çaresizlikten kölece koşullarda madene inmeye mahkûm oğluna söyleniyorsun? Vali kaymakama emir vermiş, kaymakam imama, imam senin neye ihtiyacın olduğunu iyi biliyor. Pazardan bir çift kara lastiği alıp getirmiş. “İmam”ın bu düzenin kilittaşı olduğu anlaşılıyor.
Biliyoruz, Soma’da, Mecidiyeköy’de, Ermenek’te, Gelendost’ta ilkyardım cankurtaranından önce imam gönderiliyor.
Sabahattin Ali sarayın sonunu haber veriyor
Ölümü, “çalıların altına konmak” biçiminde anlatmak bir şiir imgesidir. Cehennemde, balçık içinde, yoksulluğun dayattığı acı gerçeğin, ölümün şiiridir. Halkımız türkülerde ölümün şiirini söylerken, “ölmeden mezara koydular beni” der; peş peşe gelen emekçi cinayetleri, AKP düzeninin yaşarken mezarda bir hayatı dayattığını gösteriyor. Mezarda hayatın bir başka açıklayıcısı da düzenin kilittaşı olmuş imamdır. Eskiden musalla taşında “son görev” için hazır bulunan imam, bugün her yerdedir, mezarda bir hayatı katlanılır kılmanın duacısıdır.
İnsanı ölmeden mezara koyanlar, “bir gün mutlaka” hak ettikleri cevabı alacaklar. Yaşamı inkâr edenlerin, inkâr edileceği günlere yaklaşmış bulunuyoruz. Bu, Türkiye insanının bir varlık yokluk sorunudur artık.
Bugünlerde onlarca ayrıntısıyla hayatı cehenneme çevirenlerin içyüzünü ortaya döken saray gündeminin çağrıştırdığı bir öykünün esiniyle, “Sırça Köşk”, söylersek, parça parça edilip yıkılıp gidecekleri günler yakındır.
“Sırça Köşk”ün yazarı Sabahattin Ali’ye ne yaptıklarını biliyoruz, katledip ormana atmışlardı ölüsünü. Sabahattin Ali yetmiş yıl önce bugünlerin masalını yazmıştı. Halkın bilgisizliğinden yararlanarak, emeğini sömürerek kendilerine sırçadan saray yaptıranlar, halka 1001 gece şölenlerinden arta kalan hayvan kellelerini bahşediyorlardı. Beyni alınmış, dili kesilmiş, gözü çıkarılmış, kupkuru kemiği kalmış hayvan kellelerini. 2014 Ermenek’inde Recep Baba’ya verilen bir çift kara lastik misali. Masal sanki bugünü anlatıyor ama önemli bir ayrımla: 2014’ün masalında, 12 yıl geçse de, asıl doğum tarihlerinden, 12 Eylül’den alırsak, 34 yıl geçse de henüz hikâyenin sonunu bulamadık.
Sabahattin Ali masalın zorunlu sonunu yazmış; kelleyi alanlardan biri, isyan ederek saraya fırlatmayı aklediyor ve arkasından şangırtıyı duyan bütün bir halk… Halkın fırlattığı kellerle, Sırça köşk, kurulduğu yalan ve hile temellerinin ne kadar çürük olduğunu gösterircesine tuzla buz oluyor.
Saray ve ayakkabı da iyi bir buluşmadır. Ayakkabı kutularında istiflenen halkın alınteriyle kurulan sarayları yıkmak için güzel bir çağrışımdır. Yakın zamanda, emperyalist yöneticilerin kafasına fırlatılan ayakkabıları hatırlıyoruz.
Sabahattin Ali’nin “Sırça Köşk” masalına, kelle yerine ayakkabı yağmuruyla biten yeni bir son yazmak güzel olurdu.