Şiir: Empati mi pathos mu?

Bu iki kavramdan “pathos”, zaten “poetika”nın içinde, sık kullanmasak da bildiğimiz ve meramımızı anlatırken kolayca kullanabileceğimiz bir kavram. Empati kavramını ise şiir estetiği içinde kullanmıyoruz ya da kavramın kendisi de yeni bir kavram olduğundan pek bilince çıkarabildiğimiz söylenemez. Bunun bir nedeni “empati”, bizim verili dünyamızın oldukça dışında, yine vardığımız uygarlık durumunun oldukça da uzağında bir kavram olması. Kendi içimizden çıkıp başkasını anlamaya çalışmak ağızlarımızın içinde döndürüp durduğumuz “seni anlıyorum” sözünün hiç de öyle hemen söyleniverecek bir söz olmadığını bilmemiz gerekiyor. Çünkü “empati” hem belli bir kültürel gelişmişliği ve –hadi kullanayım- hem de tinsel gelişmişliği gerekli kılıyor. Bu gereklilik karşısında benim tinsel ve kültürel gelişmişliğimizin ne durumda olduğunu açıklamaya çalışmam da zaten bilineni söylemekten öte gitmez. Bu yazının amacı belli bir yere kadar bu alanı kapsasa da şiirin alanının bu alana açılmasına izin verdiği ölçüde kapsamaya çalışması.

Bu iki kavramın izinden yürümekten kasıt, aslında kapitalist üretim ilişkileri içindeki bireyin yalnızlığının ve yalnızlık içinde kendini kapamasıyla birlikte şiirin de giderek bu bireyle temasında ortaya çıkan sorunların izini sürmek ve tartışmak. Çok açık, bireyin bilincini “dolaysız bir bilinç” olarak almıyorum. Ama bu bilincin niteliğine baktığımızda onun hayatla bütün etkileşimlerinde daha çok alımlayıcı, özümleyici, kabullenici olduğunu, bunu karşısında eleştirici ve dönüştürücü olamadığını da biliyorum.

Görülecektir yine bu kavramların; şiiri yazma aşamasından çok (şiir içi), şiirin olmuş, bitmiş tamamlanmış bir süreç olarak izini sürmek yani okura geldiği andan başlayarak, serüvenini incelememize ve anlamamıza yardımcı olmak gibi yanı da var. Kısacası “şiir dışını”. Yine iki kategoriyi açıklamak zorunda olduğumu görüyorum burada: Şiir içi ve şiir dışı olarak tanımlamaya çalıştığım alanlar birinin şiire dair, ötekinin şiire dair olmadığı değil. “Şiir içi” derken daha çok şiir ve şairi arasındaki ilişkiyi, şiir dışı derken de şiir ve okuru arasındaki ilişkiyi anlatmaya çalışıyorum. Şimdi bu ikiye ayrılış içinde, daha çok da “şiir dışı”na, yani şiirle okuru arasındaki ilişkiye –hadi serüveni diyelim- gelmeye başlayayım.

Şiir okuma biçimleri

Katıldığım şiir toplantılarında, sohbetlerde gördüğüm şuydu daha çok: Okur (şiir okuru) şairin şiirinden çok, şairin onun istediği ve okumak istediği şiiri yazıp yazmadığıyla ilgiliydi. Biçimlenmiş bir şiir kavrayışı ve anlayışı vardı. Okuduğu şiir bu kavrayışın sınırları içindeyse onu alımlayışı kolaylaşıyor onun gözünde şiirin “pathos”u da bir o kadar artıyordu, değilse bir o kadar düşüyordu. Şairlerden çok, şiir okurunun paylaştığı bir yargı vardır biliyoruz: “Türkiye’de şiir çok yazılıyor ama iyi şiir az yazılıyor.” Hatta biraz daha ileri gidenler “iyi şiirin” yazılmadığını söyler. Benim bu toplantılarda gördüğüm ise şu oldu: “Türkiye’de şiir okunamıyordu” da. Okunmuyor değil “okunamıyor”du.

Belirtmiştim, insan bilinci dolaysız bir bilinç değil. Çok çeşitli biçimlerde etkilenip duyarlılıkları da ona göre biçimleniyor. İlk önce doğduğu andan başlayarak etkilendiği “verili” bir tarihsel (Belki mitolojik mi?) kültürü var. İkinci olarak sınıfsal kültürü var ama bu sınıfsal kültürü; (“popüler kültür”ün etkisiyle ve bilinç “dolaylı” olduğu için) bütünsel bir kültür, saltık bir bütün olarak anlamak da olanaksızdır. İşçi sınıfından yana tercihini yapan nice “burjuva”ya, sınıf atlamak özlemiyle yanıp tutuşan nice “işçi”ye rastlamak olasıdır. Üçüncü olarak da “popüler kültür” diye kavramlaştırdığımız Ahmet Oktay’ın “Popüler kültür, gündelik yaşamın kültürüdür” (Ahmet Oktay, İletişim Yay.) diye tanımladığı boyut. (*) Bütün bu üç etkenle biçimlenen bilince bir de egemen şiir anlayışının, imge sisteminin de eklendiğini düşünürseniz bütün bunların dışında şiirini anlamlandırmaya çalışan şairin zorluğunu düşünün. Kısacası şair şiirini kurarken kullandığı dilde ve sözcüklere yükleyeceği anlamlar açısından alabildiğine özgür ama şiirin alıcısı aynı özgürlük içinde değil. Daha çok bilinçsel ve duyumsal refleksleriyle okuyor. Örneğin tanımlamaya çalıştığımız okurun bir şiirde “kartal” sözcüğünü okuduğunu düşünelim. İlk anda “serçe” kavramını kendi durumundan çıkarak ve “verili” kültürüyle okuyarak zincirleme bir anlamlar dizgesini şiirdeki “serçe” sözcüğüne ulaşmadan önceliyor belki de ancak üçüncü ve dördüncü okumalarda şiirin sözcüğüne ulaşmaya başlıyor. Bu da çok az bir olasılık; çünkü verili bilinci kendine yettiği için ikinci ve üçüncü bir okunma şansı hiçbir zaman bulammış olabiliyor o şiir. Böylece de tarihin içinde bir yerlerde, zaman dilimi içinde söylenmiş ama yersiz yurtsuz ve zamansız şiir “ölüleri” (belki de en iyileri) kendisini tamamlayacak bir bilinç durumunu ya da duyarlılığı bekleyip duruyor.

Çoğun bulamıyor. “Tarih” burada daima doğru uçları buluşturmayabiliyor. Felsefe tarihçilerinin sıkça anlattıkları bir örnektir: Petrus Abelardus’u Anselmus olmasa bilebilecek miydik? Çünkü ortaçağın egemen düşüncesi Abelardus’u yakıp yağmalayarak yok etmiş, bütünüyle silmeye çalışmıştır. Felsefe tarihçileri ise Anselmus’un onunla giriştiği tartışmalarda verdiği yanıtlardan yeni bir Abelardus yaratmışlardır. Buradan yola çıkarak düşünebiliriz ki, kaç tane filozof Abelardus’un uğradığı gazaba uğradı ve onun kadar şanslı değildi. “Tarih” her zaman doğruluğu sınayacak bir ölçüt olmayabiliyor. “Şiir dışı” karmaşıklaşıyor gibi gelebilir ama değil.

Brecht olumlu anlamda bir “yabancılaşmayı” önerirken “özdeşleşme”nin risklerini düşünüyordu. Kabul edelim ki şiir dışının; tarih, popüler kültür, egemen ideoloji ve imge sisteminin belirleyici gücüyle belirlendiği zamanlardan, gelişen teknoloji ile sanat meta ilişkisinin de niceliksel olarak farklılaştığı, yönlendirme araçlarının oldukça gelişmiş olduğu, “dışın dışında” değil “için içinde” olmayı gerektirecek zamanlara geldik. Şiire tarihin gördüğü bütün zamanlardan daha çok ihtiyacımız var. Dünya “ateşin ve ihanetin” içinden geçiyor. Bu geçiş karşısında insana ulaşmanın en etkili yolu hâlâ şiir kim ne derse desin. İnsanı insana anlatacak en etkili anlatım aracı hâlâ yine şiir.

Verili olanın peşindeki şiir

Şair ve şiire bu kadar önem verişim sadece bu nedenlerden kaynaklanmıyor. Şimdi kabul edelim, modernite şairini (Burada şairi bir aydın olarak da anlıyorum.) “öncü”, toplumun bir adım önünde olma göreviyle donatmıştı. Postmodern zamanlar da ise şairden böyle bir talep yok ama şair modern zamanlardan, postmodern zamanlara geçerken yüklendiği bu “öncü” olmak görevini de bırakmak istemiyor. Burada şair derken yine yaşadığımız zamanlara mesafesini korumuş bir şairi kastediyorum. İşte bu şairin ve şiirin ancak verili olanın dışında yazacağı şiirle okurunu yeni duyarlılıklara açmak gibi bir görevinin de olduğunu söylüyorum. Şair bu derece önemli.

Peki bu “yeni duyarlılıklara açma” derken nedir düşündüğüm? Burada da yine ikili bir mekanizmanın işlediğini görmek gerekiyor. Birinci grup şair, “verili” olan duyarlık üzerine kuruyor şiirini. Bu duyarlılığın nasıl bir duyarlılık olduğunun ve onun nasıl “yönlendirildiği” bir sorun olarak gündeminde hiç bulunmuyor. O işleyen mekanizma içinde, kaşıdığı (Böyle söylemek nerdeyse farz oldu!) verili duyarlılıklarla yetiniyor. Örneklemeye çalışayım: İnsanın “ayrılık acısını” ve ya “ölüm acısını” nasıl yaşadığını hemen hemen herkesçe bilinir, zaten onda içerilmiştir ya da içselleşmiştir. Bu acıların itkisel etkileri var. İşbilir şair de şiirinin yayını bu etkiyi koruyacak biçimde kurar ve oklarını oraya yöneltir. Bunu yaparken “gündelik yaşam kültürü” temel dayanağı olur. Zaten popüler olanı bir kez daha popülerleştirir. Şiirini bu zemin üzerinde toplumsallaştırır. Bütün bunları yaparken beklediği bir okurun, “Ah işte bu şair beni anlatmış” demesidir. Oysa okurun “beni anlatmış” demesi ve o sonuca ulaşması yazının girişinde saydığım üçlü mekanizmayla gerçekleşmiştir. Şiir hedefini bulmuştur ama okurun “ben”i de henüz “burada”dır. O şair onun şairidir artık, o şiir onun şiiri. Halbuki böyle işleyen bir sanatsal etkinliğin değiştirici, dönüştürücü ve insan duyarlılığı geliştirici hiçbir yanı bulunmaz. “Empati” işlememiştir ama “pathos” sapasağlamdır.

İkinci bir grup şair ise bütün bu mekanizmayı bildiği halde onu hiç dikkate almaz. Egemen şiir ve onu besleyen egemen duyarlılık ancak iğdiş edilmek için gündemine gelir. Onun için verili duyarlılık yeni duyarlılıklara açılabilecek ipuçları sunmaktan öteye gitmez. Şöyle düşünelim: Bir ressamın araştırma çizgileri vardır. Figürün bir ayrıntısını ya da dokusunu yerini belirleyene, doğru yere oturtana kadar, ilk bakışta bizim aynı yermiş gibi gözüken yere milimetrik aralıklarla yüzlerce çizgi çeker. Doğru yeri bulduğundaysa orayı, o çizgiyi kalınlaştırır, koyulaştırır ve sabitler. Bunun gibi “verili duyarlık” da bu şairin araştırma çizgilerini çektiği bir zemindir o kadar. “Ayrılık acısının” kaç rengi olabileceğinin düşüncesidir onu ilgilendiren ve bulduğunda da koyu çizgiyi çeker.

Şair, kendi üzerinden okurunu yeni bir duyarlılığa, yeni bir duygusal evrime açmıştır. Daha da ileri gidersem, modernitenin yüklediği “öncülük” görevinin sacayaklarından birini gerçekleştirmiştir. Okurun benini kaşımaktan çok, o beni sorgulamaya vardıracak ilişki doğru biçimde kurulmuş ve çizgi koyulaştırılmıştır. Bu durumda da hem empati hem de pathos sapasağlam ayaktadır.

Ateşin ve ihanetin içinden geçerken şiire neden bu kadar gereksinim duyduğumuzun göstergesidir şiirle kurulucak doğru ilişki. Şair okurunu okşamayacak, okur da “yaralı ve büyük oradan kurulmuş benliğinin” okşanmasını beklemek, “bu şiir beni anlatıyor” demek yerine canının yanmasını göze almalıdır. (**)

 

(*) Bilindiği gibi bu kavram daha geniş boyutta Frankfurt Okulu ve Walter Benjamin’den bu yana önemli bir tartışmanın da konusudur. Benim meramımı ise Oktay’ın tanımı yeterince karşılıyor. Onun için buradaki “popüler kültür” kavramını tam Oktay’ın tanımladığı biçimiyle alıyor ve anlıyorum. Öte yandan da “gündelik yaşam”ın modern “teori”ye girişi var ki o daha sonra ortaya çıkıyor ve bilindiği postmodernizmle dallanıp budaklanıyor.

(**) Burada “Şiir okuru olarak şair” sorunu da başgösteriyor ama bizde şairler şiir okumadığı için görmezlikten geliyorum.