Servet transferinden cezalandırmaya devlet ve sermaye sınıfı  

Ekonomik kriz bahsi üzerinden bir süredir daha sık biçimde gündeme gelen sermayedar kaçışları ya da çifte vatandaşlık mevzuları malumunuz.

Bu güncel olgular “devlet-sermaye sınıfı” ilişkilerinin yeniden tartışılabileceği bir zemini de işaret ediyor. Nitekim geçtiğimiz hafta Metin Çulhaoğlu’nun “Sermaye sınıfı, devlet ve siyasal iktidar” başlıklı yazısında, bu alana ilişkin kimi ipuçları ve önermeler ortaya atılmıştır.1

Bazı temel hatırlatmalarla birlikte bugüne uyarlanabilecek iki düzlem belirleyebiliriz buradan.

Birincisi, sermaye sınıfı-devlet ilişkisinin tanımlanacağı temel düzlemdir. İlk akla gelmesi gereken elbette ki devletin “sınıflar üstü” olmadığıdır.

AKP rejimi de Marksist devlet çözümlemelerinin bu temel niteliği dışında değerlendirilemez. Daha açık ifade etmek gerekirse bugün kendisi devlete dönüşmüş AKP, yalnızca “büyük siyaset” düzlemiyle, yalnızca “politik kerte” olarak anlamlandırılabilecek, sözgelimi yalnızca “gericilik” olarak nitelenebilecek; ekonomik süreçlerin, sınıf kavgalarının dışında var olabilecek bir rejim değildir. (Poulantzasçı “ekonomik kerteden” ayrışan “politik kerte” olarak devlet tezindeki gibi) 

Sermaye sınıfı-devlet ilişkisinde, devlet egemen sınıf burjuvaziye bağımlıdır. AKP rejiminin 17 yıllık pratiğine baktığımızda bu bağımlılığı görebiliriz. 

IMF anlaşmalarından Dünya Bankası yapısal uyum programlarının tam bir itaat içinde takip edilmesine, tarımın çok hızlı biçimde piyasalaşmasından esneklik, taşeron çalışma gibi emek düşmanı yasal düzenlemelere, Cumhuriyet tarihinin en büyük özelleştirmelerine, eğitim ve sağlığın piyasalaşmasına vs pek çok olgu sayabiliriz.

Devletin bu örneklerde de açık olduğu üzere sermaye sınıfına bağımlılığı, onun basitçe sermayenin aparatı olduğu anlamına da gelmez elbette.

İkincisi, devletin egemen sınıfa bağımlılığı, tek tek sermayedarların gündelik çıkarlarını aşan biçimde, sistemin bekasını sağlamaya dönük, süreklilik arz eden bir ilişkidir. Ne ki devletin sermaye egemenliğini sürdürmeye dönük bu asli rolü başka işlevlerle de birlikte düşünülmelidir. Devletin “sınıf yaratma” rolü bunlardan biridir.

Çulhaoğlu’nun da belirttiği gibi Türkiye gibi geç kapitalistleşen ülkelerde devletin “sınıf yaratma rolü”, “sermaye egemenliğini sürdürme” rolü kadar önemli olmuştur.

Üstelik bu, tarihsel olarak bir kez başlangıçta görülen bir “anomali” değil, sistemin genlerine işlemiş bir karakteristik özelliktir. Örneğin Ayşe Buğra’nın aktardığına göre 1970’li yıllar Türkiye’sinde girişimcilerin %74,1’i devlet memuru kökenlidir.2

Peki bu “sınıf yaratma misyonu” devletlü olan ile tekil sermayedar arasında özel çıkar örtüşmelerine yol açmayacak mıdır?

Elbette açacaktır. Buna hem AKP öncesi Türkiye tarihinden hem de AKP döneminden örnekler vermek mümkündür. Klientalizm(kayırmacılık); nepotizm(akraba kayırmacılığı) ve partizanlık hemen her dönemde olmuştur.

Ne var ki burada AKP’ye özgü bir yandan bahsetmek gerekiyor. AKP burjuvazinin genel çıkarlarını savunsa da, egemen sınıfın unsurları arasında kayırıcı, tarafgir ya da dışlayıcı, sınırlayıcı pek çok mekanizmayı sonuna kadar kullanmaktadır. 

Üstelik bu taraflaşmada belli bir sermaye katmanının desteklenmesi ya da belli bir sektörün engellenmesinden çok, tekil olarak sermayedarların kayrılması ya da dışlanması vardır. 

Dahası tekil olarak sermayedarın ödüllendirilmesi ya da cezalandırılması, yasal düzenlemeler yoluyla yapılmaktadır. Burada büyük servet transferleri hukuk eliyle gerçekleştirilmektedir. 

Örneğin 2001’de Kemal Derviş’in rehberliğinde oluşturulan neo-liberal programın önceliklerinden biri “bağımsız üst kurullar” oluşturmaktı. Kamu ihaleleri, sermaye piyasası, banka denetimleri, elektrik, enerji, telekomünikasyon gibi kritik alanlarda oluşturulan bağımsız üst kurullar, siyasi iktidarların denetimi dışında kalacaktı.

AKP iktidarı, bu üst kurulları önce fiilen, 2011’de de yasayla hükümete bağladı. 

Son 10 yıldaki en büyük servet transferini düşünelim: Kolin, Cengiz, MNG, Kalyon, Limak ve Makyol.3

Tüm bunlar AKP rejiminin özgüllüğü olarak karşımıza çıkmakta. Özgül olan, rejimin kendisine yandaş bir “sermaye sınıfı” yaratması değildir; buna paralel olarak devletin de bizatihi sermayeleşmesi ya da tersinden düşünürsek sermayenin bir kesiminin devlet iktidarını “sözcülüğün” ötesinde ele geçirmesidir. 

Peki bu özgüllük ne anlama gelmektedir? Sermaye ile devlet arasındaki makasın daralması ve hatta kimi kesimler için bizatihi iç içe geçme “göreli özerkliğin” büsbütün ortadan kalktığı anlamına mı gelir? Haftaya buradan devam edelim…

Notlar:

1- https://ilerihaber.org/yazar/sermaye-sinifi-devlet-ve-siyasal-iktidar-92489.html
2- Ayşe Buğra, Devlet ve İşadamları, İletişim Yayınları(1997); s.91
3- https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/01/08/milyarlarca-dolar-kime-nasil-transfer-edildi/