Sermayenin cini

Erdoğan’ı sermayenin cini olarak konumlandırabiliriz. Yüz binler, milyonlar gitgide yoksullaşırken, sermayenin kârını arttırması, ellerindeki cinin ne kadar kullanışlı ve kendileri için makul olduğunu gösteriyor bize. Gücünü, sermayeye gani gani kazandırma üzerine kurarak iktidarını sağlamlaştırmış ve sürdürebilir kılmış, devletin tüm olanaklarını ve imkânlarını sınırsız olarak bunun için açmış bir tek adam rejiminden daha iyi ne olabilir ki onlar için?

Vergi affının sadece 5’li çeteye sunulan bir hediye olmadığını, Güler Sabancı’nın, saçlarını savura savura “Enerji Bakanlığından tanırız, söylediğini yapan bir kişidir, söylenenleri harfiyen yapılacağına inancımız tam” diye devrik damadın sırtını okşamasından hatırlıyoruz.  Bir kalemde vergi borcunun silindiğni ise daha sonra öğrendik. Meğer saçlar ve övgüler boşuna uçuşmuyormuş.

Anadolu Ajansı’nın “Sabancı Holding, 2020 yılının 3. çeyreğinde geçen yılın aynı dönemine göre net karını yüzde 69 artırırken, 9 aylık dönemde toplamda 3,8 milyar TL kar elde etti” diyerek duyurduğu haberine, Sabancı Holding Üst Yöneticisi (CEO) Cenk Alper’in, pandeminin etkilerine rağmen elde ettikleri finansal sonuçların, geçmiş dönemlerde attıkları adımların ne kadar isabetli olduğunu bir kez daha ortaya koyduğunu vurgulayan pek havalı klişelerle dolu sözlerini de eklemiş.

İleriyi gören, yatırımlarını akıllıca planlayan bir “rol modeli” sunan kâr yaklaşımı elbette göz yaşartıcı!

Eğer buna inanırsak, eline “İş – Aş” yazarak intihar eden vatandaşın, işte böyle bir “yaratıcılık” ve “öngörü” ye sahip olamadığı için hayatına son verdiği sonucunu çıkarmamız işten bile değil.

Herkes yoksullaşırken, sermayenin nasıl kar ettiğini sorgulamaya başladığınızda, neoliberal politikaların yancısı olanların, hep bir ağızdan karşınıza duvar gibi dikilerek,  “servet düşmanı” höykürmesiyle sizi karşıladığı Özallı yıllardan bugüne değişen çok fazla bir şey olmadığı da açık.

Burnu sürtülenler oldu elbette ama bu doğruyu gördükleri için değil, artık kendilerine ihtiyaç kalmadığı için. Daha genç, daha dinamik ve daha cevval olanlar onların yerine oturarak, “sosyal sorumluluk” projesi bazlı bir anlayış geliştirdiler.

Patronların nasıl vicdanlı, iyi niyetli ve sonuç olarak “insan” olduklarını bu projeler ile sevdirip, “vicdan aklama kumbaralarına” attıkları kuruşlardan, hayata yüz sıfır geride başlamak zorunda bıraktıkları yoksulların başlarını okşayışlarını ve gözlerindeki ıslak nimetkar bakışları fotoğraflayıp, PR için kullanışlı hale getirdiler. Sabancı CEO’sunun bahsettiği “memnun edici”, “sektörel kazanım” ve “ülke için üretmeye ve değer katmaya devam” cümleleri ile oldukça uyumlu bir işlerliğe sahip bu kullanışlılık.

“BIST 100 endeksi altında işlem gören ve koronavirüs salgını nedeniyle süresi uzatılan bilanço açıklama dönemi kapsamında finansal sonuçlarını paylaşan 100 şirketten 73'ü ilk çeyrekte net kar elde etti…

Açıklanan sonuçlara göre, söz konusu şirketlerden ilk çeyrekte en fazla net kar elde eden 3 milyar 470 milyon lirayla Koç Holding oldu.” (https://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/borsadaki-sirketlerden-ilk-ceyrekte-15-4-milyar-liralik-net-kar/189247)

Bu kazancı elde edenler, elbette yoksullara da bir şey vermek zorunda. Yoksulun nazarı göz çıkarabilir çünkü. Bu yüzden yoksullara, yalnızca bu “başarı” ile gurur duyma “imtiyazını” bahşediyorlar. Her 10 Kasım’da Atatürk reklamlarıyla bu “gurur”a ortak edilenlerin, yaşaran gözlerinin üzerinden yükselen “saygın değer” ise yine bol kazancın parçası oluyor.

Bunu yapabilmenin yolu ise milliyetçi, şoven söylemlerin sürekli olarak “bölünmez” nitelikte pompolanması ile mümkün ve böylece, sermayenin cini yeniden şişeden şişinerek çıkıveriyor.

El birliği ile şişirdikleri bu cin, çok da hünerli. Milliyetçilik kulvarında attığı depar ile geride kalanları toz duman içinde bırakıyor. Onunla şovenizm yarışına girenler, arkasından öksüre öksüre koşturuyor ve o gücünü bulunduğu her yere inşa ederek, “yıkılmazlık” mesajını anıtlaştırıyor. Örneğin, sarayına itiraz varsa bir saray daha yaptırıyor, sonra bir saray daha ve kitlelerin “kutsal” saydığı, dokunulmaz olarak gördüğü her kurumu hizaya çekerek, gücünü herkesin gözüne sokuyor.

Korkunun insanları kör ettiğini biliyor. Herkesi buna “gönüllü” olmaya çağırıyor. Haşladığı bakanlarını da, topuk selamı çakan paşaları da, biat kuyruğuna giren “camianın seçkinleri”ni de, tek emriyle tutuklattığı muhalifleri de , “yıkılmaz” olduğunun sopası haline getirip, halkın sırtından eksik etmemek için, görüntü arenasına atıyor. Savaş çığırtkanlığı ile devleti, “vatan, millet, bayrak” popülizmi ile kitleleri, sermayenin çıkarlarına ekleyen, ekledikçe elindeki şiddet dozajını daha fazla arttıran, artırdıkça “dokunulmaz” kılınan bir döngü bu.

“İlk seçimde gidecekler” söylemi tam da burada aksamaya başlıyor. Nasıl gideceklerinin cevabını veriyor ama neden gideceklerinin cevabını vermiyor.

Devletin tüm kurumlarını tek adam rejimine ve patronların ihtiyaçlarına göre dizayn etmiş, tüm kurumların biat eden dilekçelerini ve kendisiyle suç ortaklığına girmiş olanların dosyalarını kasasına koymuş olan Erdoğan, siyaseten kellesini isteyenlere, başını neden uzatsın?

Gidişinin koşullarını, yöntemini kendisinin belirlemediği hiçbir topa girmeyeceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Öyleyse ilk seçimde gidecek olan değil, ilk seçimde gücünü siyaseten koruyacağı, bu olurken “dokunulmazlık” dengesine oturacağı ve belirleyici güç olmaya devam edeceği yolun aktörü. Siyasette belirleyici güç olduğu sürece bir dokunulmazlığa sahip olacak çünkü ve bunun için ne gerekiyorsa onu yapacak.

Önünde birkaç formül olduğunu söyleyebiliriz bu nedenle.

Meral Akşener’in, üstü kapalı olarak kendilerine  “Türkiye Masası” için teklif getirildiğini söylemesi ve daha sonra “CHP’siz bir Türkiye Masası”nın olmayacağını “ilan” etmesi bunlardan biri.

İktidar, masayı Erdoğan önderliğinde, “iç” ve “dış düşmanlara” karşı “vatan savunması” için bir araya gelecek bir “ulusal ittifak” politikasına, yani muhalefeti iktidara ortak etme veya “parlamenter rejime geri dönüş” anlaşmasına rıza göstererek elini yıkama stratejisine meyil verebilir. Büyüyen ekonomik krizi ve kutuplaşmalara sıkışmış öfkeyi yatıştıracak bir “çare” ye milyonları ikna etmek, muhalefetin tüm ayaklarının içinde olduğu bir masa görüntüsüyle mümkün olabileceğini bilecek bir akla sahipler ama akıl bile kendisine bir meşruluk arar.

Veya,

Yeni bir çözüm sürecini, “toplumsal uzlaşı” temeline oturtup, Avrupa ve ABD’nin istediği zemine hızla geçip, “demokratik reform” vb söylemlerle, ömrünü uzatacak bir “onay” almaya girişmek. Bu MHP’siz bir formül olur ve bununla beraber bir tasfiye sürecinin yaşanmasını beraberinde getirir. (Erdoğan, her stratejik politika değişikliğinde, ortaklarını yemekle meşhurdur) Lakin bunun handikapları oldukça fazla. Öncelikle hem Kürt seçmeni, hem batılı seçmeni buna ikna edecek aktör sayısı belli ama onlar için ise hem zemin kaygan, hem de zeminin güvenirliliği. İrfan Aktan’ın “tuzak” olarak tarif ettiği siyaset sahası sanırım tam da burası. Öte yandan MHP artık kolay bir lokma değil. Devlet ve güvenlik bürokrasisi içinde kök salmış durumda. Onun hamlelerinin görünen yüzü ise S.Soylu. Zira kendisine ilmik ilmik ördüğü bir iktidarı vardır artık.

Veya,

İktidar, içinde bulunduğu pozisyonu her yol ve yöntemle korumaya devam edecek ve toplumsal tepkisizliğin üstüne, olabildiğince zorunu inşa edecek, ki buna daha yatkın gözüküyorlar. Ana muhalefet ve çeperinin ise iktidarı hızla bir erken seçime götürme şansı var elbette ama buna dair bir cesaretleri var mı tartışılır. Ağızlarından kerpetenle birkaç itiraz koparılabildiğimiz bir muhalefet var karşımızda.

Buna paralel olarak sol, demokrasi güçlerinin var olan durumu tersine çevirecek bir güç birikimi ve yeterliliği maalesef yok. HDP ise stratejik pozisyonunu korumaya odaklı ve gün geçtikçe siyaset yapma alanı daraltılıyor.

Acıya ve ne olursa olsun şaşırmamaya alışmış olan toplumsal ruh hali ise cabası. Ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın bakakalmanın ötesine geçmeyen bir yerde öylece bekliyor.

Erdoğan’ın, güveni ve cesareti de bu “bakakalma” halinden oluşuyor.

Sermaye de, kendisine kazandırmaya devam eden ‘führer’ ini böylece daha çok sahipleniyor ve milyonlar yoksullukla, işsizlikle, açlıkla boğuşurken, onlar da deveyi hamuduyla götürmeye devam ediyor.

Bağıra bağıra, “lanet olsun böyle düzene, lanet olsun” diye öfkeyle tekmeler savuran o çaresizliğin yanında hepimizin bir yeri var. Bizi o çaresizlikte üst üste yığanların, vasata talim ettirenlerin hepsi, sermayenin cini olmak için yarışıyor ve eğer gerçek anlamda bir kopuş yaşayamazsak, hepimizi aynı değirmenin içinde öğütecekler.

Birbirimize uzaktan bakmak yerine, bir araya gelerek her imkânı kullanarak çoğalabiliriz. Bir güç olamadığımız sürece, vasat olan elini kolunu sallaya sallaya bildiğini okumaya devam edecek çünkü. Bu nedenle, sözünü, cümlelerini cesaretle kuranlara omuz vererek, “kazın ayağı öyle değil” diyebileceğimiz bir gücü yaratmalıyız.

Başarabiliriz.