Sermayelerin ve devletlerin hareketi…

Başlarken, başlıkla ilgili iki not: Birincisi, soyutlama düzeyinde tekil kullandığımız “sermaye” ve “devlet”, somutta birden fazla sermayeler ve devletler olarak varlar. İkincisi, ikisi de bir kez oluştuktan sonra hep öyle kalan statik olgular değil, hareket ve ilişkiler halinde değişen birimlerdir. Bu nedenle, okuyucunun, bu kavramları tekil kullandığımız zaman bile çoğul olduklarını akılda tutmasını diliyorum.

Sorunun, emperyalizm ve devlet teorileriyle doğrudan ilgili olduğu açık.

Günümüzün iki Marksist düşünürü, bu iki alanda yeni teorilere ihtiyaç olduğu görüşünü ortaya attılar. Ellen Meiksins Wood, “bütün uluslararası ilişkilerin kapitalizme içsel olduğunu ve kapitalist zorunluluklarla yöneltildiklerini açıklayan sistematik bir emperyalizm teorisine”(1); David Harvey de “kapitalist devletle ilgili yeni bir teoriye”(2) (abç) ihtiyacımız olduğunu yazdılar.

Bu yazının, bu başlıklarda yeni teoriler üretmek gibi, bu köşenin sınırlarını ve yazarının birikimini aşan bir amacı yok. Kanımca, bugün, sermaye-devlet ilişkilerinin güncel durumu, “yeni” ya da “olgunlaşmış” bütünleşme süreçleri ve çelişkileri üzerine “yeniden üretim” gerekli olmakla birlikte, kapitalist devletin genel tanımı, temel işlevleri üzerine yeni bir teori, dayatan bir gereksinme değil. “Emperyalizm” söz konusu olduğunda ise, ihtiyaç, tüm zamanlar için geçerli bir emperyalizm teorisi üretmekten çok, hem birer ekonomik aktör, hem siyasal-askeri varlık olan ve doğası gereği emperyal-yayılmacı yönelimler taşıyan kapitalist devletlerin sermaye gruplarıyla ve birbirleriyle ilişkilerinin, somut çözümlemesini yapmaktır.(3)

Bu yazıda, konuyu, günümüz kapitalizminde sermayelerin ve devletlerin ilişkileri/çelişkileri ve “sınırlar” bağlamında çözümlemeye, kimi soru ve sorunları bilince çıkarmaya, kimi eğilimlere, ipuçlarına işaret etmeye, tartışılmak üzere kimi saptama ve tezler öne sürmeye çalışacağım.

Sermayelerin hareketi devletleri aşıyor mu?
Bu “güncel” soruyu tartışmaya başlamak için, Marx’ın 162 yıl önce yazdıkları uygun bir temel oluşturuyor. Marx, Grundrisse’nin, Kapital’in planını açıkladığı sayfalarında “son olarak” neleri inceleyeceğini şöyle özetlemişti:

“Son olarak dünya pazarı. Burjuva toplumun devleti aşması. Krizler. Mübadele değerine dayalı toplum yapısının ve üretim biçiminin çözülmesi. Bireysel emeğin toplumsal emek olarak gerçekleşmesi ve tam tersi.”(4) (abç)

Bu kısacık cümleyle, Marx, sermayenin nesnel eğiliminin devleti ele geçirmekle yetinmeyip, onu aşmak olduğuna işaret etmiş, bunu ayrı bir başlık olarak inceleyeceğini açıklamıştı. Kapital’de ele almayı planladığı bu başlığı, “devlet” gibi yazamadan bu dünyadan göçtü.

Devlet ve sermaye, kendilerine özgü tarihleri, farklı doğaları, farklı varoluş nedenleri, farklı işlevleri olan toplumsal ilişkilerdir. Devlet, önceki sınıflı toplumlardan devraldığımız bir kalıttır. Bugünkü devletin arkasında, artık ürünle, yöneten-yönetilen işbölümüyle oluşup büyüyerek, dönüşümler geçirerek bugünlere ulaşan koca bir tarih var. Sermaye ise, servetlerini artırmaya can atan para ve üretim aracı sahipleriyle, yaşamak için emek gücünü satmak zorunda olan özgür işçilerin buluştuğu bir tarihsel uğrakta oluşan, devletle karşılaştırıldığında görece kısa tarihi olan bir toplumsal ilişkidir.

Sermaye ile devlet, kapitalist üretim biçimiyle, dünya tarihsel bir planda, yeni bir içerikle ilişkilendiler.

Devlet
Kapitalist devletin varlık nedeni, sermaye birikiminin koşullarını oluşturmak, sürekliliğini, yeniden üretimini güvenceye almaktır. Sömürüyü sömürülene kabul ettirebilmek, üretim süreçlerine müdahaleyi sürekli olarak zorunlu kıldığından, devlet, ekonomik aktör, zor toplamı, ama aynı zamanda toplumsal rıza ve düzen sağlayan bir aygıt olarak meta üretiminden başlayarak tüm kapitalist ilişkilere içseldir.

Kapitalist devletin, egemen sınıf olan kapitalistler sınıfının öteki sınıflar üzerindeki baskı aracı olduğu doğru, ama bu kadarla bırakıldığında eksik bir saptamadır. Devlet varlığını ve meşruluğunu, “karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu, verimsiz bir mücadele içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan, çatışmayı yumuşatacak, 'düzen' sınırları içinde tutacak bir erk”(5) ihtiyacından almaktadır. Bu nedenle, kadife eldivenlerini bir kenara atan, çıplak zora dayanan bir devlet bile, toplumun ortak çıkarlarını temsil eder görünmek, bu görünüşü inandırıcı kılacak biçimde davranmak durumundadır. Toplumu, “düzen” içinde tutmak, dağılmasını önlemek, “ülke”nin varlığını ve çıkarlarını “dış güçlere karşı” savunmak egemen sınıf devletinin meşruluk gerekçeleridir.

Ulus devlet (kanımca “ülke devlet” demek daha doğru) sınırları belli bir coğrafi alan, toprak (territory) üzerinde, şiddet, para basma, vergilendirme vb. tekeli demektir. Şiddet tekeli, devletin öteki devletlere karşı silah kullanmasını da meşru kılar. Bunun altında ise, devletin ülke zenginliğini ve gücünü artırarak, başta egemen sınıf olma üzere nüfusun bir bölümüne bu zenginlik ve güçten pay sunma etkinliği yatar. Milliyetçiliğin ekonomik-toplumsal temeli budur! Yurttaşların devletlerine sadakatleri, sermayenin kar güdüsü ya da özel mülkiyetin kutsallığı üzerinden inşa edilemez.

Sermaye
Sermayenin varlık nedeni ise, zaman ve mekân tanımayan sınırsız birikimdir. Nesnel isteği, mantığı, hareketine, çoğalmasına sınırlar getiren zamansal, mekânsal, siyasal, toplumsal, hukuksal vb. her türlü engeli aşmak, yok etmektir.

Özetle, devlet ve sermaye, varlık nedenleri, özçıkarları ve işlevleri bakımından özdeş değil, simbiyotik, ama aynı zamanda çelişkili bütünselliklerdir.  Kapitalist üretim biçiminin egemen olduğu bir dünyada sermaye devletsiz, devlet de sermayesiz var olamamakta, sermaye, kendi doğrudan örgütleriyle, küresel hareketinin güvenliğini sağlayamamakta, ordusuyla, polisiyle devletin yerine geçememektedir. Devlet erki de, kapitalizm bir kez egemen üretim biçimi olduktan sonra en karmaşık denge durumlarında bile boşlukta ve sınıfların üstünde kalamamaktadır.

Öte yandan, devletler, ülke-devlet olmaktan, düzen sağlayıcı aygıt olmaktan kaynaklanan özgörevleri nedeniyle, sermaye düzeninin genel ve uzun erimli çıkarları gerektirdiğinde sermayenin geçici ve kesimsel yönelişlerine engeller koymak durumundadırlar.  

Bunlar genel doğrulardır. Birazdan göstermeye çalışacağım gibi, bugünkü durum bu genellemelerin ötesinde özgüllükler taşıyor.

Bu notlardan sonra sorumuza dönebiliriz: Sermayenin hareketi devletleri aşıyor mu?

Hem evet, hem hayır!

Sermayenin hareketinden başlayabiliriz.

Zıt etmen ve eğilimler
Sermayenin hareketi bugün, merkezileşmesinin ve toplumsallaşmasının ileri bir adımı olan anonim şirketleşmenin ötesine geçmiş, sermaye bütünleşmesi üretim alanından taşarak sanayi, finans ve ticaret sermayelerini birleştirmiştir. “Finans Kapital” bu bütünleşmenin anlatımıdır.  Önceden ayrı bireysel sermayeler olarak organize olmuş farklı işlevsel biçimler finans kapitalde bir araya gelerek toplumsal sermaye niteliği kazanmışlardır. Özetlersek, finans, sanayi ve ticaret etkinliklerini kendi bünyesinde birleştiren büyük sermayeleri finans kapital olarak tanımlayabiliriz.(6) “Büyük” sözcüğünün altını çizdim, çünkü bugün, finans kapital büyük, hatta Savran’ın isimlendirmesiyle “mega”(7) sermayedir. Finans kapitalin, pratikte tekel, hatta oligapol, “çok uluslu” ya da “ulus ötesi” sermayeleri biçimlerinde var oldukları zamanımızın açık bir gerçeğidir.

Sermayenin toplumsallaşma düzeyi, bu çerçevede ulusal boyutları aşmıştır. Sermayenin değerlenme sürecinin tüm aşamaları dünya çapında planlanma gerektirmekte, büyük sermaye grupları da kendi planlamalarını dünya ölçeğinde yapmaktadırlar.

Sermayelerin ülke devleti aşma nesnel isteğinin güncel dışavurumları ise çelişkili süreçlere yol açıyor.   

Birincisi, bugün “küresel”, “ulus ötesi”, ya da “mega” terimleriyle ifade ettiğimiz finans kapital, kendi program ve istemlerini ülke-devletlere kabul ettirecek bir güce erişmiştir. Neo-liberalizm bundan başka bir şey değildir. ABD dolarının altına dönüşebilen tek para olarak kabul edildiği Bretton Woods “Uluslararası Para Anlaşması” (1944); Dünya Bankası’nın (1944); IMF’nin kuruluşu (1945); Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması GATT (1947); Uruguay Round’u (1986) ve nihayet Dünya Ticaret Örgütü DTÖ’nün (1994) kuruluşu bu sürecin kilometre taşlarıdır. Adı geçen kurumlar, küresel sermaye-emperyalist devletler bütünleşmesinin bugünkü “ara” yapılarıdır. Bunların da ötesinde, merkez bankaları, başta ABD (Federal Reserve)(8); İngiltere (Bank of England) ve AB (European Central Bank) merkez bankaları devletlerle özel banka ve finans kurumları arasında sinir merkezi (beyin) rolü oynuyor, para ve finans hareketlerini kontrol ediyorlar. Çin Merkez Bankası (People’s Bank of China) ise, devlet kontrolünde bir kurum olarak dünya finans sisteminde giderek artan bir rol oynuyor. Finansal sistem, devlet olmadan, devlet desteği olmadan işleme yeteneğine sahip değildir. Sermayeye limitsiz birikim izni verecek olan biçim, para-sermayedir. Bugün, para sermayenin ülke sınırlarını aşan hareketinin önünde, bu finans grupları ile merkez bankalarının, sistemin büyük bir enflasyon dalgası altında çökmesini önlemek üzere alacakları önlemlerin ötesinde herhangi bir fiziksel sınır kalmamıştır. Finans kapital, merkez bankaları dolayımıyla devlet aygıtlarıyla bütünleşmiştir.

Gelinen noktada, küresel sermayenin norm ve ilkeleri dünya çapında, tüm üretim, emek ve bölüşüm ilişkilerinin, hatta ideolojik-kültürel oluşumların içine işliyor. Sermaye, “her yerdedir ve hiçbir yerdedir” sözünü haklı çıkaracak bir serbestlik ve görünmezlikle hareket ediyor. Güç hiyerarşisinin getirdiği derece farklılıklarıyla ülke devletlerin kendi toprakları üzerindeki egemenlik haklarına sınırlar koyuyor. Örneğin, tek tek devletlerin şiddet kullanma, para basma/kur belirleme tekelci yetkilerinin altı oyuluyor. Devletler, en azından kimi devletler, artık “kendi” paralarının efendisi değiller. Para basma, harcama, hatta borçlanma özgürlükleri sınırlandırılmıştır. Tersini yaparlarsa karşılaşacakları yaptırım küresel para-sermayenin kaçmasıdır. Etkili bir yaptırımdır.

Ulus devlet yok olmuyor; siyasal birim olarak önemsizleşmiyor; küresel sermayenin istekleri doğrultusunda yeniden biçimlendiriliyor.

Bunlara rağmen, sermayenin hareketi ve dünya pazarının bütünleşme süreci tümüyle engelsiz bir dünyada ilerlemiyor.

Birincisi, dünya pazarı, kapitalist niteliği değişmediği sürece bünyesinde taşıdığı üretim ve emek süreçleri, artık değere el koyma yöntemleri, zenginliğin bölüşüm biçimleri, ücretler, fiyatlar ve çalışma koşulları arasındaki büyük farkları korumakta ve yeniden üretmektedir. Çünkü bu, hem sermaye hareketinin önemli bir yüzü olan “sermayelerin birbirleriyle mübadelelerinin” ve “sermayenin sektörler arasında akışının” ve hem de bu “potansiyel farkları” düzenleyen değer yasasının işlevinin bir sonucu ve koşuludur. Bu farklılıkların ortadan kalkması, sermaye birikimini kesintiye uğratması demektir.

Dünya pazarı bugünkü organik niteliğine, 70’li yılların ortalarında içine girdiği büyük krize tepki olarak geliştirdiği yeni birikim (esnek üretim) rejimi ve neoliberal politikaların sonucu olarak iç pazarlar arasındaki sınırların erimeye başlamasıyla ulaşmıştır. Kuşkusuz süreç tamamlanmamıştır. Sermayenin çelişkili karakterinin sancıları içinde kendi mecrasında gelişmeye devam etmektedir; kapitalizm son bunalımdan çıkabilirse kaldığı yerden de devam edecektir. Ancak pazarın bu başat niteliği artık “geri dön(dür)ülmez”dir. Dünya pazarındaki eşitsizlik ve kırılganlıkların, devlet siyasetlerinde dışa vurması bu gerçeği değiştirmiyor.

İkincisi, emperyalizmin tanımıyla ilgili tartışmalar bir yana, bugün, bir zamanın gerçekliği olan iki kutuplu dünya tarihe karışmış, Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle birlikte hegemonya kavramının içeriği değişmiştir.(9) ABD hegemonyasındaki kapitalist dünya için kullanıldığında bir karşılığı olan “emperyalist sistem”, “emperyalist üst akıl”, ya da “emperyalist dünya düzeni” kavramları bugünkü dünya durumunu anlatmaya elverişli kavramlar olmaktan uzaklaşmışlardır. Emperyalizm, “Dünya Kapitalist Sistemi” gibi bir bütünsellik değildir. Bugün, olsa olsa, dünya kapitalist sistemi içinde yer alan farklı emperyalist devletlerden, oturmamış bloklaşmalardan, bunlar arasındaki çatışmalardan, bu karmaşık ve hala hiyerarşik sürecin yarattığı düzensizlikten söz edebilir.

Üçüncüsü, ulusal pazarın oluşum döneminin ürünü olan ulus ya da ülke-devletler, bugün, ne geleneksel işlevlerini eskisi gibi yerine getirebiliyor, ne de sermaye birikim sürecinin yeni gereksinmelerine tam yanıt verebiliyorlar. Küresel sermayenin merkezileşme, yoğunlaşma, finansallaşma düzeyi, dünya pazarındaki zamandan ve uzamdan bağışık sınırsız hareketi, sanayi 4.0’a geçiş gündemi vb. dünya çapında üretim planlaması, sonuç olarak da dünya devleti istiyor. Birbirleriyle rekabet içindeki büyük sermaye gruplarının kendi üretim, finans ve ticaret planlamalarını dünya çapında yapmaları asla bu nesnel isteğin yerine getirilmesi anlamına gelmiyor.

Bu nesnel, teorik istekle, siyasal örgütlenmenin halen geçerli biçiminin ülke devletler olması gerçeği günümüz kapitalizminin patlayıcı madde yüklü çelişkilerinden, hatta ikilemlerinden biridir. Bu ikilem, bugün kendini bir tür ülke devletler krizi olarak dışa vuruyor. ABD’deki Trump ile kimi kurulu düzen temsilcileri arasındaki uyuşmazlığın, İngiltere’nin yaşadığı Brexit bunalımının altında bu teorik ikilem var. Ulus ya da ülke devletin aşılamaması kapitalizmin çelişkilerine bir yenisini eklemiştir.

Geniş çaplı kapitalist sömürü ulusal sınırları aşarken kapitalist ekonomilerin ülke devletler biçimindeki varlığı inatçı biçimde devam etmektedir.

“Uluslar ötesi” şirketlerinin merkez üsleri somutta bir ülke devlet topraklarındadır. Ülke devlet, bugün hâlâ, hem ekonomik aktör, hem de siyasal otorite merkezi/birimi olarak sermaye grupları için önemli işlevleri yerine getirmektedir. Merkezin bulunduğu ülke devleti, ekonomik gücüyle, dünya siyasetine etkisiyle, uluslararası hukuk düzenlemelerindeki ağırlığıyla vb. yollarla “kendi” sermaye gruplarına arka çıkmakta, sermaye grupları da ülke aidiyetlerini bir gömlek gibi çıkarıp bir kenara atmamaktadırlar. Bütün şirketlerin anonim sermaye üzerinde denetimi elde tutan bir ortaklar bileşimi, bunların oluşturduğu yönetim organları vardır ve bu organların içini dolduran insanlar bir ülke devlete yalnızca resmi yurttaşlık statüsü ile değil, çıkarları, gelecekleri ve kültürleriyle de bağlıdırlar vb.

Sonuç olarak, kapitalizm yıkılmadıkça tek dünya devleti hayaldir. Kapitalizmde ulus devletin ötesi yoktur. Güncel kapitalizmin, bugün öne çıkan sınırlarından biri budur.

Dünya “düzen”i
ABD’nin bir devlet ve ülke olarak gücünü, daha çok da “hegemonyası”nı yitirmekte olduğu saptaması, genel kabul gören, pratik gelişmelerin de doğruladığı bir saptamadır. Ne var ki, içeriği ve açılımı doğru yapılmadığında, bu yaklaşım, körleştirici de olabilmektedir.

Yukarıda da değindiğim gibi, ABD önderliğindeki kapitalist dünya ile Sovyetler Birliği önderliğindeki “reel sosyalist” dünyanın karşı karşıya olduğu tarih döneminde “ABD hegemonyası”, bu kavramın tanımına uygun bir içerik taşıyordu. Hegemonya, bir doğrudan yönetme erki değildir. Hegemonya, bir sistem ya da düzenin, varlığını tehdit eden ortak düşmana karşı eşgüdümünü, hareket birliğini sağlayan bir önderlik biçimidir. Sınıflar, katmanlar arasında olduğu gibi devletler arasındaki ilişkide de hegemonya, bağlaşıkları tarafından iradesine meydan okunamayan, doğrudan şiddet uygulamadan önderlik edebilen erk demektir. Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle birlikte, sınıfsal ve sistemsel ortak düşman sahneden çekilmiş, tüm devletler arasındaki ilişkiler kapitalizm içi karakter kazanmıştır. Bu yüzyılın başından bu yana dillendirilen, ABD, AB ve Japonya’nın yer aldığı “Batı” ile, Çin, Rusya, BRİC vb. ülkelerinin oluşturduğu “Doğu”, ya da “Atlantik-Avrasya”, “Küresel Kuzey-Küresel Güney” ayrım ve bloklaştırmaları da kanımca gerçek dünya durumunu anlatmaktan uzaktırlar.

Gerçek dünya, eskisiyle yenisiyle kapitalist devletler arasındaki konuşlanmaların, bağlaşıklık-karşıtlık konumlarının, öbekleşmelerin bozulup kurulduğu istikrarsız, kaotik bir dönemden geçiyor. Bizi, bu yazı açısından, konunun jeopolitik yönü(10) değil, kapitalist ilişkilerin, dünya sisteminin ve komünist hareketin geleceği açısından gösterdiği yön ilgilendiriyor.  

Geçiş mi sınır mı?
Bu yazıda belirtilen çelişki ve açmazlara, jeopolitik karmaşaya ve daha önceki yazılarda ele aldığımız sınırlara rağmen, dünya ve tek tek ülkeler düzeyinde, üretim ve emek süreçleri, meta mübadelesi, bölüşüm ilişkileri, sömürü, emperyalist saldırganlık vb. kısacası bildiğimiz dünya dönmeye nasıl devam ediyor?

Bu sorunun üç yanıtı olabilir. Birincisi, kapitalist üretim ilişkileri henüz sonul sınırına ulaşmamış, ya da açmaz ve tıkanıklıklarını çeşitli yöntemlerle öteleme, “tersinden çözme” olanaklarını tümüyle tüketmemiştir. İkincisi, kendiliğinden sona ermeyecek kapitalizmi devrimci yoldan yıkıp yerine yeni bir toplum kuruculuğuna geçişi başlatacak güçler bu misyonu yerine getirecek yapısal, düşünsel, siyasal ve örgütsel hazırlık ve olgunlukta değildir. Üçüncüsü, çelişki ve ikilemlerin düzen tarafından “tersinden”, devrimci-köktenci yöntemlerle de “düzünden” çözülemediği koşullarda hayat boşluk tanımadığı için düzen, geçici ve geçişsel düzenlemelerle uzatmaları oynamaktadır.

Üç yanıtın da doğruluklar taşıdığını söyleyebiliriz. Bugünkü durumu en iyi anlatan yanıt kanımca sonuncusudur. “Uzatmalar”la, sistemin sonu gelmiş varlığını uzatmasını değil, uzun erimde sürdürülemez bir durumu idare etmeye çabalamasını, sınırlarda çözümler aramasını kastediyorum.

Hegemonya kavramı üzerine koyduğumuz çekinceyi akılda tutarak çekinmeden söyleyebiliriz:  ABD’nin kişiliğinde sistem, bu çerçevede belki de “son” kozlarını oynuyor.

1930’larla karşılaştırıldığında ABD dünya ekonomisindeki ağırlığını yitirmiş, dünya sanayi üretimindeki payı yüzde 45’lerden, yüzde 17’lere gerilemiş, ideolojik-kültürel düzeydeki albenisi aşınmış, dünya devletlerine söz geçirme kapasitesi zayıflamıştır. Dünyanın en borçlu (20 trilyon dolar civarında); dış ticareti büyük cari açıklar veren (2017 rakamlarıyla 566 milyar dolar civarında) ülkesidir. ABD devletinin, Trump’la birlikte, gümrük duvarlarını yükseltmesinin, küreselleşme yerine nafile bir tepkiyle “ekonomik milliyetçilik”e başvurmasının vb. ekonomik gücünü artırmaya yönelik denemeler olarak anlaşılması gerekiyor.

Öte yandan, ABD üretim, ama daha çok tüketim kapasitesiyle, finans kapital üzerindeki denetim düzenekleriyle (ABD Merkez bankası FED, IMF vb.) hâlâ çok önemli bir ekonomik güç; bilim, bilgi ve teknoloji üretimi/uygulaması alanındaki birikim ve olanaklarıyla, askeri donanımıyla dünyanın en güçlü ülkesi ve devleti olma özelliklerini koruyor.

Doların hâlâ dünya parası olmaya devam etmesi bu gücün sağladığı bir haraç hakkı (senyoraj hakkı) ayrıcalığıdır. Doların bu konumunu yitirmesi, yalnızca ABD açısından değil, dünya kapitalist ekonomisi açısından sistemin sınırlarını açığa çıkaracak bir türbülansın habercisi olacaktır.
 
Öyleyse, ipin inceldiği yer, doların dünya parası olmaya devam edip etmeyeceği noktasındadır. Doların dünya parası olma işlevi, bugün, yalnız ekonomik açıdan değil, devletlerarası ilişkiler ve dünya düzeni bakımından da yaşamsal önemdedir.

Zaman vermek olanaklı değil. Ama verili koşullarda savaş vb. çok önemli bir değişiklik olmazsa, orta erimde doların dünya parası olmayı sürdürmesi zor görünüyor.

Doların altınla bağı ölçülemez bir niceliğe gerileyerek aslında kopmuş, ABD’nin dolar basma “özgürlüğü” yukarıda saymaya çalıştığımız toplam ekonomik, bilişsel, askeri-siyasal gücüyle, rakiplerinin henüz doları tahtından indirecek hamleyi çeşitli nedenlerle gerçekleştiremediği bugünkü uğrağın kırılgan dengelerine bağlı hale gelmiştir. Bu, paranın her türlü maddi/ekonomik çıpadan boşaldığı anlamına gelmiyor. Başta FED, merkez bankaları paranın değerini mübadele miktarı ile dolaşım hızı arasındaki oranlara, enflasyon ve işsizlik türünden parametrelere bakarak belirliyorlar. İp henüz kopmamıştır.

Dengeyi değiştirecek etmenler ise birikiyor. Çin, sanayi üretiminde ABD’yi geçmiştir. Elindeki dolara endeksli ABD tahvillerinin büyüklüğü (3 trilyon dolar civarında); bir yandan ABD cari açığını karşılayan en önemli kaynağı, öte yandan Çin’in elinde ABD’yi ve doları paralize edebilecek rezerv biriktiğini gösteriyor.(11) Çin’in teknolojide, başta Afrika dünya doğal kaynaklarına erişim ve kontrolde, silah teknolojisi ve silahlanmada kaydettiği gelişmeler, sonuncusunda Rusya da işin içine katıldığında ABD’nin tüm alanlardaki üstünlüğüne meydan okuyacak düzeye erişmiştir. Japonya ve Almanya Çin’in peşinde, dolar üzerinden ABD’ye karşılıksız kredi açan ekonomilerdir. Çin’in, Almanya’nın ve Japonya’nın ekonomik siyasetleri farklı olmakla birlikte, nesnel çıkarları, doların egemen para olması nedeniyle ödedikleri haraçtan kurtulmayı gerektiriyor.

Doların dünya parası işlevine pratik olarak meydan okuyan çaba ve girişimlerde son yıllarda ciddi bir artış var. Türkiye’nin de içinde olduğu birçok ülke birbirleriyle ekonomik-ticari ilişkilerinde dolar yerine kendi yerel paralarını, ya da yeni parasal biçimleri kullanmaya başladılar. En son, en çarpıcı örneklerden biri, 31 Ocak 2019’da, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin, İran’a karşı ABD ambargosunu delmek üzere geliştirdikleri yeni ödeme aracıdır. “The Instrument in Support of Trade Exchanges”, kısaca Instex olarak anılan dolar-dışı bir ödeme düzeneği kurdular.(12)

Doların geleceği ve ABD’nin durumu çok önemli ölçüde siyasal etmenlere, sermaye gruplarıyla iç içe devletlerarası denge ve ilişkilere bağlı hale gelmiştir.

Süreç devam ediyor. Yazının bir sonuca bağlanması gerekmiyor.

Sonuç yerine üç saptama/tez
Bir: Sürecin çelişkili/başat karakteri sermayelerin devletleri aşması yönünde olmasına rağmen, kapitalizm var oldukça bu sürecin tamamlanması, kapitalist tek dünya devletine varılması mümkün değildir.

İki: Sınıf, iktidar ve devrim mücadelesinin toprağının, siyasal biriminin ülke devletler olduğu gerçeği değişmemiş, ancak “tek ülkede sosyalizm”, daha doğru bir anlatımla “tek ülkede komünizme geçiş” tezleri tümüyle tarihe gömülmüştür.  

Üç: Komünist hareket, bugün, siyasetinin ideolojik içeriğinde açıkça anasyonalist, ulusçuluk dışı/ötesi olmak, pratik siyasal mücadelede ise toprağından yükselmek durumundadır. Bugün, çeşitli ülkelerdeki komünist ve işçi hareketleriyle, her türlü düzen dışı hareketlerle ilişkilerin antikapitalist mücadele birliği-dayanışma ve dünya devrimi perspektifinde inşa edilmesi gerekiyor.

11 Şubat 2019

Notlar

1.Ellen Meiksins Wood, Marx’a Dönüş, Türkçesi Elif Dinçer, Kalkedon Yayınları, İstanbul, Nisan 2007, s. 144.

2.David Harvey, “In what Ways is ‘The New Imperialism’ Realy New?”, Historical Materialism 15 (3):57-70 (2007) https://doi.org/10.1163/156920607X225870.

3.Bu tartışma bağlamında, var olan "emperyalizm teorileri”nin gerçekten “teori” mi, yoksa, somut durumun somut çözümlemesi çerçevesinde konjonktürel ve esas olarak siyasal saptamalar/tezler mi olduğu sorularını haklı ve meşru sayıyor, ancak bu yazıda bunlara girmiyorum.

4.K. Marks, Grundrisse, Çeviren: Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, Birinci Basım, Haziran 1980, sayfa: 337. Çeviri değiştirildi. Sevan Nişanyan çevirisi, en azından İngilizce metin açısından sorunlu ve şöyle: "Son olarak, dünya piyasası. Devletin sivil topluma tabi olması. Krizler. Mübadele değerine dayalı üretim tarzının ve toplum biçiminin çözülmesi. Bireysel emeğin gerçekten toplumsal emek niteliğini kazanması ve tersi." Pasajın İngilizcesi şöyle: “Finally the world market. Encroachment of bourgeois society over the state. Crises. Dissolution of the mode of production and form of society based on exchange value. Real positing of individual labour as social and vice versa.” (abç) (http://www.marxists.org/archive/marx/works/1857/grundrisse/ch05.htm#p264) İngilizce metindeki encroachment sözcüğü, tecavüz, gasp etme, geçme, aşma anlamlarına geliyor. Kritik cümlenin Almancası şöyle: “Übergreifen der bürgerlichen Gesellschaft über den Staat.” Almanca Übergreifen de geçmek, sıçramak, yayılmak, tecavüz etmek (izinsiz girmek ) vb. anlamları taşıyor. Bu konuda yardımını istediğim sevgili Erkin Özalp, Almancadaki anlamı Türkçeye birebir aktarmanın pek kolay olmadığını,  ilk aklına gelen seçeneğin ise, “Burjuva toplumunun, devletin üzerine çıkması" olduğunu yazdı. Bu durumda, “üzerine çıkma” ile hemen hemen özdeş anlamlı olan “aşma” sözcüğünü kullanmanın yerinde olduğunu düşünüyorum.

5.F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev.Kenan Somer Sol Y.Ankara Eylül 1974, s.235'ten düzeltilmiş çeviri.

6.Özgür Öztürk, Türkiye’de Büyük Sermaye Grupları Finans Kapitalin Oluşumu ve Gelişimi, SAV (Sosyal Araştırmalar Vakfı) Yayınları, İkinci Basım, İstanbul, Ocak 2011, s. 23.

7.Sungur Savran, “mega kapital”i esas olarak, büyük, kendi anlatımıyla “dev” sermaye birimleri olan çok uluslu şirketler için kullanıyor. Sungur Savran, Kod Adı Küreselleşme, Yordam Kitap, İstanbul, 2008, s. 70-71.

8.ABD Merkez Bankası FED, ABD devleti ile küresel sermayenin  iç içe olduğu, özel olarak incelenmesi gereken çok önemli bir finans kapital kurumudur. Sunulduğu gibi resmi devlet bankası değildir. Bankaların bankası bir finans devidir. ABD başkanı tarafından atanan 7 kişiden oluşan Guvernörler Kurulu, 7 Guvernörle 12 Bölgesel FED Rezerv Banka Başkanı’nın oluşturduğu Federal Açık Piyasa Komitesi, 12 Bölgesel Rezerv Bankası ve üye bankalar çok özetle FED’in bileşenleridir. Her Bölgesel Banka, banka dışından seçilen 9 direktörden oluşan bir kurul tarafından yönetilir. 1745 Banka içinde 12,9 trilyon dolar tutarındaki varlıkların %60’ı sadece 10 Bankaya aittir. Finans kapital ve tepedeki mali oligarşi FED’in sermaye bileşiminde, yönetsel yapısında, para politikalarının oluşumunda ve pratik olarak hayata geçirilmelerinde son söz sahibidir. Kaynak: The Federal Rezerve System Purposes and Functions.

9.Hegemonya kavramının içeriğindeki değişiklik başlığını ayrıntılı biçimde tartışan makale için: Haluk Yurtsever, “Kriz ve Hegemonya”, Yaşayan Marksizm, Sayı 1, İstanbul, 2009,s: 67-100 (https://issuu.com/solyayin/docs/yasayan-marksizm-sayi-1-kriz-ve-devrimci-secenek).

10.Jeopolitik, bu yazıda ele aldığım sermaye ve devlet ilişkilerinin günceldeki siyasal yansımalarını anlamak açısından olduğu kadar, daha somut olarak ABD’nin dünyayı askeri denetimi altına alma yönelişlerinin ve buna tepkilerin, sınıf mücadelesi açısından yaratacağı tehlike ve olanaklar açısından da önem taşıyor. Jeopolitik tartışırken iki noktaya dikkat etmek gerekiyor. Birincisi, devletlerarası siyasette özne olmadığımızı, olamayacağımızı unutmamalıyız. İkincisi, pratik siyasette tutum geliştirirken,  devlet konuşlanma ve siyasetlerinin anlık durumuna değil, hedeflerimiz açısından yol açacağı gelişmelere odaklanmalıyız.

11.Çin’in bu kaynağı, bugün ABD dolarını paralize etmek için kullandığı söylenemez. Tersine, dünya ekonomisini canlandıracak bir kaynak olarak kullanıyor. Böylece, ABD’ye “yağlı ipin asılan adama verdiği destek” türünden bir destek vermiş oluyor. Yazıdaki vurgu, Çin’in bu kaynağı bugün nasıl kullandığına değil, kullanabilme kapasitesine ilişkindir. Bugün neden kullanmadığı sorusu ayrıca ele alınmalıdır. Çin ile ABD arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin de bu aşamada belli bir rol oynadığı açıktır.

12.https://www.cnbc.com/2019/01/31/eu-implements-new-iran-trade-mechanism.html