Zavallı insan yaşamı boyunca var olmanın stresiyle baş etmeye çalıştığından varlığını anlamlandırmak için kendini geri kalan her şeyle kıyaslar durur. Pek tabii bu kıyaslama sonucunda ya hep onun bildiği, onun düşündüğü, onun inandığı, onun özel ve değerli olduğu ortaya çıkar ya da benlik sınırlarını koruyamadığından sözünü, eylemini hiçe sayarak mücadele etmek yerine derdine dert katar. Güçlü (?) olan kendini kayırır, çünkü bir başkası olamayacağı gerçeği karşısında kendi olmaktan memnuniyet duymak zorundadır, dolayısıyla kendi gibi olmayanı ve bilgi sahibi olmadığı her şeyi reddedip ötekileştirir. Varoluş derdine merhem arar durur; ne denli yetenekli, zengin, bilgili, kültürlü, dindar vb. olduğundan dem vurur. Zayıf (?) olan ise güçlü olanın yaptığı ötekileştirmelerin sahte katharsisler elde etme aracı olan fatal hatalar olduğunu fark etmeyip sözüm ona vatansever, yaratılanı yaratandan ötürü sevenlerin sayesinde yutkunup kendini örter. Nitekim evde, mahallede süregelen edep mekanizması ve devletin sopasıyla ayıplanıp tokatlanarak büyüyen bir toplum başkaları tarafından onanmak için susmayı öğrenmek zorunda bırakılır. Halbuki insan "Kendini unutmaya zorlayarak normale dönüşemez." (Wyndham 2016: 113)
Wyndham'ın distopyası "Krizalitler" de nükleer bir felaket sonrası 'normaller' ile 'mutantlar'ın dünyasını konu edinir. Normal olanların Tanrı tarafından kutsandığına inanılan bu dünyada Tanrı'yı tekrar öfkelendirip felakete yol açmamak için 'normal' olmayanlar kurban edilir. 'Normal / anormal' kavramlarının kimlerce, ne zaman ve nasıl belirlendiği bilinmese de kuralların dışına çıkmak felakete davetiye çıkarmak anlamına gelir. Wyndham kendinden farklı olana tahammülü olmayanların neler yapabileceğini, mülkiyet ve iktidar hevesinin insanı ne denli zalimleştireceğini gösterirken bir yandan da "Onlar yalnızca maharetli yarı-insanlardı, vahşilerden pek az farkları vardı; hepsi birbirlerinden yalıtılmışlardı ve onları yalnızca hantal sözcükler bağlıyordu. Farklı diller ve farklı inançlar onları birbirinden daha da fazla uzaklaştırıyordu. Bazıları bireysel olarak düşünebiliyordu ama birey olarak kalmak zorundaydılar. Bazen duygularını paylaşabiliyorlardı ama ortaklaşa düşünemiyorlardı. İlkel koşullarda yaşarken, tıpkı hayvanlar gibi, kendi aralarında geçinip gitmeyi başardılar, ama dünyalarını daha karmaşık hale getirdikçe, onunla başa çıkmakta güçlük çekmeye başladılar. Fikir birliği oluşturmak için yolları yoktu. Küçük birimler halinde, yapıcı işbirlikleri kurmayı öğrendiler; ama büyük birimlere dönüştüklerinde yıkımdan başka bir şey başaramadılar. Hırsla daha yükseklere gözlerini diktiler ama kendi yarattıkları sorumlulukları taşımayı reddettiler. Çok büyük sorunlar çıkardılar ve sonra kafalarını aylak inanç kumlarına gömdüler. Aralarında gerçek bir iletişim, gerçek bir anlayış yoktu. En iyi halleriyle yücelmiş hayvanlardılar, fazlası değil," (Wyndham 2016: 186-187) diyerek bahsettiğimiz fatal hataları vurgular.
Kemal Varol'un "Ucunda Ölüm Var" adlı son romanında da "Gözyaşlarım bütün bunları bahane edip akarken ben ölülere değil hikȃyelerine ağlarım. Eksik kalmış, tamamlanmamış, yarıda kalmış, bir süt tülbendi gibi bembeyaz, bir kış gecesi gibi kapkara, hayretleri içinde kalakalmış hikȃyelerine ağlarım. Bir işaret olarak dünyaya dikecekleri taşlara ağlarım. Billur bir kȃse içinde dönüp dururken bir noktaya sabitlenmiş gözlerinin baktığı o son noktaya ağlarım. Kimi gencecik, kimi dünyanın tadını yarım yamalak almış, kimi benim yaşımda olan insanların bir türlü geçmek bilmeyen heveslerine ağlarım. Dünyada kalan muratlarına ağlarım," (Varol 2016: 25) diyen Ağıtçı Kadın'la tanışırız. Ağıtçı Kadın, Heves Ali'yi ararken dolaştığı şehirlerde bir cenazeye katılıp merhum kişilerin hikayelerini dinleyerek siyasi tarihimize göndermelerde bulunur.
Kemal Varol, Sibel Oral'la Cumhuriyet Kitap Eki için yaptığı söyleşide; Oral'ın 'Konya'da dini bütün demiryolcu bir adamı, Bursa'da bir Ermeniyi, İstanbul'da devletini çok seven bir askeri, Erzurum'da ülkücü Com Emmi'yi, Arkanya'da dağa çıkan Ümit'in hikȃyelerini öğreniyoruz. Tüm bu kişileri birbirine lehimleyen nedir sence?' sorusunu şöyle yanıtlıyor: 'Türkiye, yurttaşlarını fazlasıyla yoran bir ülke. Geçmişiyle, bugünüyle, gelecek tasavvuruyla yoruyor. Ülkenin doksan yıldır bir türlü içinden çıkamadığı, birini çözdüm derken bir diğeriyle uğraşmak zorunda kaldığı sorunlarını kısmen de olsa bu romana taşıma gibi bir derdim vardı bu kitaba başlarken. Roman kahramanlarına biraz daha yakından bakınca herkesin ölüme yakın asıl benliğine dönmek için nasıl can attığını görürüz. Ancak ölümle paklanabilecek bir ukdeleri var diyelim ya da. Lehim kelimesi önemli ama belki de tam da bu lehimlenme meselesi yüzünden roman kahramanları son bir çırpınışla kendileri olmaya çabalıyor. Onları lehimleyen şey, kendileri olmaya izin vermeyen, ona dar gelecek bir elbise biçen, toplumu her zaman kendi meşrebince şekillendirebileceğini zanneden otoriter baskılar aslında. Bu topraklarda herkes ölünce kendisi oluyor ne yazık ki. Bazen o bile olmuyor.'
Ahh! Peki kimin için, ne için kendimizi kalıplara sokup ne uğruna biz olmayan insanlar yaratmaya çalışıyoruz yahut hayatın rengarenk olduğunu unutmaya, başkalarında görmeye alıştığımız maskeleri takınmaya zorlanıyoruz? Neden kalbimizi ve beynimizi aydınlatmak yerine ışığa çıkınca beğenilen olmayı istiyoruz ya da moda olan rengi, elbiseyi, kitabı, yazarı, televizyon kanalını tercih etmemiz salık veriliyor? Her şeyi hızla tüketerek benliğinden kopmanı, kendinden vazgeçmeni isteseler de unutma "Senin işin hayatta kalmak. O adamın ne ırkı ne de düşünce tarzı uzun süre yaşayacak." (Wyndham 2016: 218); çünkü "Bizim, fethedecek yeni bir dünyamız var, onlarınsa yalnızca kaybetmeye yazgılı ülküleri." (Wyndham 2016: 219)
*Krizalitler, John Wyndham, Çev: Niran Elçi, Delidolu Yayınları, Ocak 2016
* Ucunda Ölüm Var, Kemal Varol, İletişim Yayınları, 2016.
*http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kitap/463923/_Ask_ve_memleket_insana_neler_eder_.html