Selo’nun taşı, Sümeyra'nın gazeli

Annemle babam Aydın’ın Gölcük Köyü’nde ilkokul öğretmenliği yapıyor. 1977-78 yılları olmalı... Komşu köyün adı İmamköy. Oranın ilkokulunda da Haydar Öğretmen çalışıyor. Vanlı. Pos bıyıklı, iriyarı, esmer, yakışıklı bir adam. Bizimkilerden de yaşça büyük. İhtiyar annesiyle yaşıyor köyde. Annesinin adı Sosi. Arada bir ziyaretimize geliyorlar. Sosi az konuşuyor, durmadan çay içiyor. Kırk yılda bir ağzını açtığında bilmediğim bir dilden kelimeler dökülüyor buruşuk dudaklarından. Haydar Öğretmen de aynı dilden mukabele ediyor. Şaşkınlıkla izliyorum onları, ne konuştuklarını, niye Türkçe konuşmadıklarını merak ediyorum. Sormuş muyumdur annemle babama, sormuşsam ne cevap vermişlerdir, onu hatırlamıyorum.

Şunu hatırlıyorum fakat: 1981-82 yılları... Tayini çıkmış annemle babamın. Bornova’da yaşıyoruz. Mahallenin çocuklarından müteşekkil bir çetemiz var. Yukarı mahallenin çocuk çetesiyle savaştayız. Tel sapanlarla, tüftüflerle, yeri geldiğinde taşlarla, kozalaklarla girişiyoruz birbirimize. 

Yukarı mahallede “Doğu’dan” göç etmiş aileler var. Bir gün kendi mahallemizin sınırlarını aşıp oraya baskın düzenliyoruz. Kalabalık bir grup püskürtüyor bizi. “Peşimize verip” kovalamaya başlıyorlar. Ben son hız kaçarken kafama ansızın bir taş yiyorum. Kan boşalıyor boynuma. Çetedaşlarımdan biri arkasına bakıp bağırıyor: “Kürt Selo attı! Kürt Selo attı!” Sonradan tanışıp arkadaş olacağım Selim bu. 

Yaralı yaralı eve varıyorum. Annem pansuman yapmaya girişiyor, bir yandan azarlamayı ihmal etmeden. O başımı sararken, soruyorum: 

“Anne Kürt ne demek?” 

Binlerce çocuk okutmuş bir ilkokul öğretmeni sıfatıyla bu sorunun cevabını bilmemesi imkânsız, ama ihtimal ki, kafam karışmasın diye veya çekindiğinden, “Doğu’da yaşayan Türklere Kürt derler oğlum,” diyor. 

Velhasıl Kürtlerle tanışmam kafamın yarılmasıyla oluyor.

Bornova Anadolu Lisesi’nde okuyorum. Sesim güzel. Müzik öğretmenlerinin dikkatini çekiyor bu. Çanakkale Zaferi anmasında sahneye çıkıp Çanakkale Türküsü’nü söylüyorum. Hiç fena değilim. Beğeniliyor. Epey alkış alıyorum. 

Ertesi sene 10 Kasım yaklaşırken bir oratoryo hazırlanıyor Atatürk için. Müzik öğretmeni oratoryonun ortasında Yemen Türküsü’nü icra edeceğimi buyuruyor. Ederim hocam, ama kuru kuru olmasın, bir bağlama da eşlik etsin bana diyorum. Tamam diyor, pek güzel olur. 

Ege Üniversitesi konservatuvarından Erol Abi’ye koşuyorum derhal. Tam bir bağlama sihirbazı kendisi. Abi diyorum, böyle böyle. Hay hay! Günlerce çalışıyoruz Erol Abi’yle. Hazırız.

Oratoryonun ilk yarısı bitiyor. Erol Abi’yle sahneye çıkıyoruz. Başlıyoruz Yemen Türküsü’ne. Ama o herkesin bildiği türkü değil bu. İki komünist kafadar yapacağımızı yapmışız elbet. 

Ruhi Su ve Sümeyra’nın “gayrıresmi” Yemen Türküsü. 

Sürpriiizzz!!

Gazelini de okuyorum bir güzel:

“Merhametsiz padişahlar askeri,

 On sene bekletiyorlar Hicaz'da, 

 Genç iken kocadım, yitirdim yâri,

 Soyka Yemen yiğit koymadı bizde,

 Ne olur karlı dağlar, ne olur, ne olur,

 Asker yârim gelse yaralarım iyi olur…"


Milli hassasiyetlerinin derinliğiyle tanıdığımız müdür muavinini fark ediyorum ötede. Kıpkırmızı kesilmiş yüzü. Adam bayılacak neredeyse sinirinden.

Bitiriyoruz türküyü. 

10 Kasım olduğu için alkış falan yok, ama arkadaşlarımı görüyorum. Etkilenmişler, duygulanmışlar, belli.

Programdan sonra muavin odasına çağırıyor beni.

Bas bas bağırıyor:

“Kürtçe söyledin! Vatan haini! Seni okuldan attıracağım!”

Kürtçe olmadığını söylüyorum. Kaseti getirip dinletmeyi teklif ediyorum.

Ertesi gün kaseti götürüyorum, dinletiyorum. 

“Siz de duydunuz işte hocam, Kürtçe değil, Türkçe,” diyorum.

Gözlerini kısıp öfkeyle bakıyor bana ve ondan hiç beklenmeyecek bir “bilgelikle” şunu diyor:

“Bunun ruhu Kürtçe, ruhu!”

Ardından kovuyor odasından.

Ruhumda tuhaf bir ferahlıkla, gururla çıkıyorum koridora.

Birkaç meraklı, endişeli arkadaş hemen sarıyor etrafımı.

“Ne oldu?”

“Hiiiççç...”

“Ne dedin de bıraktı?”

Annemi hatırlıyorum, gülüyorum:

“Doğu’da yaşayan Kürtlere Türk, konuştukları Türkçe’ye de Kürtçe derler dedim, bıraktı.”

***

Yeni Yaşam gazetesinde, 2018’de yazdığım bir yazının biraz ilave görmüş halidir okuduğunuz. Tekrar paylaşmak istedim, zira memlekette değişen bir şey yok. Yalan, talan ve zulümle ayakta kalmaya çalışan AKP iktidarı, Kürt halkını ve siyasi iradesi HDP’yi felç etme, buradan güç devşirme niyetinde yine. Kırk yıldır olmayanı oldurma gayretinde yani. Hiçbir işe yaramayacağını, Kürtlerin, komünistlerin, devrimcilerin, Alp Altınörs’ün polis aracına binerken bir onur abidesi misali haykırdığı gibi, “baş eğmeyeceğini” kendileri de gayet iyi biliyor. Ve “Doğu’da yaşayan Kürtlere Türk derler” demekle kimsenin kurtulamayacağını...

Elbet bu topraklara er geç barış gelecek. Kürt halkının siyasi ve kültürel hakları elbet günün birinde anayasal güvence altına alınacak. Biz yaşadıkça zalimlere rahat yok. Bize her gün yeni bir başlangıç, barış için, kardeşlik için, özgürlük için mücadeleye devam!

 

Kitap tavsiyesi:

Ağabey - Mahir Güven / Tercüme: Ebru Erbaş (Can)

Film tavsiyesi:

Gelecek Uzun Sürer - Özcan Alper