Sel ve heyelanlar kaderimiz mi?

Doğu Karadeniz bölgesinde son yıllarda yaşanan sel felaketlerine bir yenisi daha eklendi. Son 10 gündür ara ara devam eden şiddetli yağışlar özellikle Artvin ve Rize’de sel ve heyelanlara neden oldu. Arhavi, Fındıklı ve Güneysu ilçe merkezlerinin sular altında kaldığı, pek çok köy yolunun ulaşıma kapandığı bölgede can ve mal kayıpları meydana geldi.

Sel bölgenin kaderi midir? Yoksa doğa intikam mı almaktadır?

Sel sonrası bölgeye akın eden hükümet yetkilileri yaptıkları basın açıklamalarında, hükümet olarak olası sel ve su baskınları için daha önce bölgede birçok önlem almalarına, bu amaçla minyonlarca liralık yatırım yapmalarına rağmen bu durumun yaşanmasına gerekçe olarak düşen birim yağış miktarının mevsim normallerin çok üzerinde olmasını gösterdiler. İlaveten takdiri ilahiden ve kaderden bahsetmeyi de ihmal etmediler elbette.

Dini bir terim olan kader inanışına göre irade tamamen insanın elinde değildir. Mutlak irade sahibi, yaratıcı yani tanrıdır. Öte dünyada kaleme alınmış olan kaderimiz (!) gereğince yaşanması doğal olan felaketleri ilahi takdire bağlamak ve çözümü de ona havale etmek, bu dünyadaki suçluların suçlarını tanrıya yüklemesine imkân sağlıyor. Böylece suç flulaşıyor. Kadere teslim olmuş halkın öte dünyadan beklentileri egemenlerin bu dünyaya daha sıkı sarılmalarının önünü açıyor.

Peki gerçekte neler oluyor?

Sel ve heyelanlara neden olarak gösterilen aşırı yağışlar aslında bir sonuçtur.

Kapitalizmin son yüzyılında had safhaya ulaşan aşırı üretim, atmosferde biriken sera gazlarının miktarını artırmış ve bu durum küresel ısınmayı tetiklemiştir. Öyle ki denizler her geçen yıl bir önceki yıla göre daha fazla ısınmakta ve buzullar hızla küçülmektedir. Küresel ısınma iklim değişmesi, değişen iklim ise uzun süren kuraklık, kasırga, hortum, aşırı yağışlar vb. sonunu doğuruyor.

Yaşıtlarım hatırlar sanırım. Dün ilkokul sıralarında, sınıfın en geniş duvarını süslerdi mevsim şeritleri. Oysa bugün bahar ayları yaza ve kışa o kadar eklendi ki dört mevsimi gösteren mevsim şeritleri ilkokul anılarımızda kaldı ne yazık!

Bütün bu olanlar aslında yaşanılan kader olmadığını, insanoğlunun kar hırsı kendi felaketini kendisinin hazırladığını gösteriyor. Kapitalizm öldürür derken anlatmak istediğimiz tam da budur .

Küresel ısınmanın yıkıcı sonuçlarına rağmen gelişmiş ülke hükümetlerinin iklim değişikliğine karşı yeterli önlem almadığı açıktır. Bu tür önlemlerin ciddi maliyet getireceği dikkate alındığında hükümetlerin (siz arkalarındaki uluslararası şirketlerin anlayın) neden işi ucundan tuttuğu daha iyi anlaşılır. Bütün bu olanlar yaşanılan aslında kader olmadığını, aksine sermayenin kar hırsının toptan insanlığın felaketini hazırladığını gösteriyor. “Kapitalizm öldürür!” derken anlatmak istediğimiz tam da budur. Tarih kapitalizmin sağduyusunun olmadığını bize öğretmiştir. Doğayı rant alanı gören sermaye sınıfından başka bir şey beklemek saflık olur zaten.

80’li yılların ortalarından itibaren dönem dönem yol aldığı alt emperyalistleşme serüveni sürekli sekteye uğrayan Türk siyaseti ile bir türlü gelişmekte olmaktan kurtulamayan Türk ekonomisinin son 20 yılına hükmeden AKP hükümeti, milli ve yerli çevreci (!) kimliğiyle küresel ısınmanın ekmeğine yağ sürmüştür.

Gelelim bölgemize…

Bölgemizi ciddi bir oy deposu olarak gören hükümetimiz, çoğu yerde denizin doldurulmasıyla kazanılan (!) kıyı şeridini takip eden Karadeniz sahil yolunu bütün itirazlara rağmen tamamlayarak deniz ile kıyıdaki şehir merkezleri arasına bir set çekmeyi başarmıştır. Kent kotundan daha yüksekte yapılan sahil yolu kentte biriken suyun kendiliğinden denize ulaşmasını engellemekte, başka bir deyişle suyun şehir merkezlerinde birikmesinin önünü açmaktadır. Özellikle kent merkezlerinde yaşanan su baskınlarının bu sebepten kaynaklandığı rahatlıkla söylenebilir.

Kent merkezlerindeki plansız yapılaşmanın önüne geçilmemiş ve köylerde bölgenin arazi yapısına uygun olmayan yüksek katlı binaların inşaatlarına üstelik zemin etüdü dahi yapılmaksızın izin verilmiştir. Dere yatakları imara açılmıştır. Hatta devlet kurumlarının hizmet binaları bile bu alanlara yapılmıştır.

Onlarca HES, taş ocağı, ve madencilik projeleri ile “Yeşil Yol Projesi”nin uygulanması için açılan yeni ulaşım yolları, kesilen ağaçlar, patlatılan dinamitler özellikle köy yerleşim alanlarındaki arazi durumunu heyelana açık hale getirmiştir. Çoğu kez ihtiyaç olmadığı halde siyasi mülahazalarla sağlıklı bir etüt yapılmaksızın açılan yeni köy yolları bu durumu daha da kötüleştirmiştir. Yol çalışmaları için patlatılan dinamitlerden ötürü yeraltı suları yön değiştirmiş ve toprak ve kaya stabilizasyonu bozulmuş, heyelan ve kayma riski artmıştır.

HES projeleri ve sözde ıslah çalışmaları neticesi derelerin yatakları daraltılmış, etrafları duvarlarla çevrilerek kanala alınmış (bu uygulama suyun akış hızının artmasına neden olmaktadır) derelerin bildikleri gibi özgürce akması engellenmiştir.

Çay üreticisi kota ve kontenjan cenderesine alınarak özel sektörün kucağına itilmiş ve yeni tarım alanları açmaya zorlanmıştır. Orman alanları yok edilerek, plansız programsız açılan her çay bahçesi toprak kayması ve heyelan riskini artırmıştır.

Hükümet dayandığı sınıf ve zümrenin çıkarlarını savunmak adına iktidarını sürdürebilmek için yine dini söylemlere dayanarak bütün bu yaşananları kadere ve takdiri ilahiye bağlaya dursun, bizler her afetten sonra yaşananların vahametinden bahsedip ahlanıp vahlanacak mıyız? Eğer yaşananların suçlusunun sermaye sınıfı ve onu temsil eden siyasal iktidarların olduğunu biliyorsak ne zamana kadar susabiliriz? Zira sustukça sıra bize geliyor…