Seçim ve Kuşaklar

Bugünlerde çevrenize şöyle bir bakın, konuşulanlara kulak misafiri olun, muhtemelen şöyle bir durumla karşılaşacaksınız: 

Seçimlerin olası sonuçları, hangi partinin yüzde kaç oy alacağı, HDP’nin barajı geçip geçemeyeceği, önümüzdeki bir buçuk ay içinde beklenebilecek oy kaymaları, muhtemel koalisyon kombinasyonları gibi konularda “etraflıca” düşünüp konuşan insanların büyük çoğunluğu 40 yaşın üzerindedir… 

Neden böyle?

Gençlik bu konuya ilgisiz mi yoksa ilgili de “büyüklerinin” yanında söz söylemeye mi çekiniyor? 

Böyle olduğunu pek sanmıyoruz. 

Gerçi gizlice dinliyor, mekânlarına böcek koyup öyle öğreniyor değiliz; ama şu seçim meselesini kendi aralarında bile 40 yaş üzerindekiler kadar ciddiyetle ve ayrıntılarıyla konuşup tartışmadıkları belli. 

İyi mi kötü mü? 

İşin içinde “Canım zaten seçimler de ne ki” gibisinden büsbütün boşlayıcı bir keskinlik olmadığı sürece “iyidir” diyoruz.  

Bir kere, günümüz gençliği (elbette solcuları kastediyoruz) söz konusu olduğunda, etkisi uzun yıllar silinmeyecek bir deneyim yaşanmıştır. Gençliğin hem bugünkü siyasal düşünce yapısını hem de geleceğe ilişkin kestirim, umut ve beklentilerini çerçevelendiren büyük bir toplumsal olay söz konusudur. 

Bu da 2013 Haziran başkaldırısıdır; herhangi bir seçim ve onun sonuçları değil… 

Biraz şuna benzer: Kimi dinlerde insanlığın yazgısını belirleyen bir “ilk günah” varsa, devrimcilikte de “ilk deneyim” vardır.  

Önemlidir ve belirleyicidir…   

Buna karşılık 40 yaşın üzerindeki solcular, içinde “solun” da yer aldığı şu ya da bu koalisyon hükümetine tanık olmuştur. “Nispi rahatlama”, “biraz olsun ferahlama”, “belirli imkânlardan yararlanabilme”, “sağ hükümetlerin kimi sivriliklerinin törpülenmesi” vb. geçmişte karşılığını bulan ya da bulması kuvvetle beklenen şeyler olduğundan bugün de belirli ölçülerde geçerlidir. “Eski kuşakları” daha fazla belirlemektedir.

Sonra, daha eski kuşaklar “yenilmişlik” denilen acıyı tatmışlardır (kimileri birkaç kez). Dolayısıyla, daha ihtiyatlı olmaları, “nispi rahatlama” getirebileceği düşünülen bir mekanizmaya daha fazla odaklanıp buna ilişkin etraflı analizler ve tahminler yapmaları da doğal karşılanmalıdır.  

Oysa günümüzün genç kuşağı böyle “acı” deneyimlere sahip değildir. En büyük, en belirleyici ilk deneyimini sandıkla değil sokakla yaşamıştır. Üstelik kendini “yenilmiş” saymamaktadır; daha ziyade “az kalsın oluyordu” demekte, arkasını da “bu daha başlangıç, mücadeleye devam” diye getirmektedir. 

Sonuçta, gerekiyorsa, bizi bekleyen zorlu mücadele süreci açısından seçimlerin de belirli bir yeri ve önemi olduğu gençlere bir güzel anlatılır.

İyi anlatıldığında hiçbir genç “bana ne bana ne” demez. Artık neyse, seçimlerin de hakkını verir, gereğini yapar. 

Böylece iş tatlıya bağlanmış olur. 

Bunun dışında, gençlerin, yüzde kaç oyun kaç tane milletvekilliği getireceği, “olası koalisyon seçenekleri”, “adil seçim sistemi aritmetiği” gibi konulardan çok Haziran’ın işaret ettiği olanaklara, gediklere, seçim dışı yeni mücadele biçimlerine ve süreçlerine odaklanmaları iyidir.