Savaşa doğru mu?

Ortadoğu’da bir ABD-Rusya çatışması aniden gündeme geldi. “Üçüncü Dünya Savaşı  burada mı başlayacak?” sorusu tartışılıyor. Olguları, görüşleri gözden geçirmek istedim. 

ZEHİRLİ GAZ VE SONRASI... 

Bilinenlerle başlayalım: 4 Nisan’da İdlib  eyaletinin Han Şeyhun kentinde 27’si çocuk, 86 kişinin ölümüne yol açan kimyasal zehirlenme görüntüleri uluslararası medyada yayımlandı ve “cezalandırma çağrıları” yaygınlaştı. 

Batı kamuoyu, koruma sorumluluğu (İngilizce kısaltma ile “R2P”) doktrinini hatırlayarak harekete geçti. Bu doktrinin, “insan hakları emperyalizmi” diye adlandırılması uygundur. Batı’daki liberal sol ile saldırgan tutuculuğun birleştiği alanlardan biridir: “Suçluları cezalandırırız; böylece kendisini koruyamayan garibanları, biz koruruz…” 

Suriye rejim uçaklarının aynı gün kenti bombaladığı da doğrulandı. “Suçlu ve ortağı” (Esad ve Putin) belirlendi. Trump, büyük medyanın teşhisini onayladı; derhal Şam rejimini kimyasal silah saldırısı ile suçladı; “Esat gitmeli” çizgisine geçti.

Suriye resmî makamlarına göre zehirlenme, cihatçıların kimyasal silah sakladıkları bir deponun bombalanmasından kaynaklanmıştır. Putin, BM gözetiminde kapsamlı bir incelemenin başlatılmasını önerdi; ancak eldeki bilgilerin resmî Suriye açıklamasını doğruladığını belirtti. “Provokasyon” suçlamasını da ekledi: “Suriye’nin başka bölgelerinde de isyancıların zehirli maddeler yerleştirerek Suriye yetkililerini suçlayacaklarını farklı kaynaklardan öğreniyoruz.”

Trump, iki gün sonra (6 Nisan’da) Akdeniz’deki iki destroyerin Suriye’nin Şayrat askeri havaalanını vurmasını emretti. Ruslara iki saat önce haber verildi ve 59 Tomahawk füzesi  fırlatıldı. Bu arada öğrendik ki sarf edilen Tomahawk füzelerinin maliyeti 100 milyon dolarmış; üreticisi olan Raytheon şirketinin hisse senetleri, saldırı sonrasında hızla yükselmiş ve Trump ailesi de bu şirketin hissedarlarındanmış. 

Rusya, füze saldırısı nedeniyle ABD’yi uluslararası hukuku çiğnemekle suçladı; Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni (BMGK’yi) toplantıya çağırdı. Rus Savunma Bakanlığı ise,  Suriye’de Rusya  ve ABD birlikleri arasında olası çatışmaları önleyecek 2015 tarihli memorandumu yürürlükten kaldırdı ve  Esad rejimine askerî desteğin güçlenerek sürdürüleceğini vurguladı.

Beyaz Saray sözcüsü Sean Spicer ise ABD’nin silahlı tepki alanını genişleten bir demeç verdi: “Suriye ordusu tarafından kimyasal silahlar veya varil bombaları ile yeni bir saldırı yapılırsa, ABD kuvvetleri Suriye’yi vuracaktır.” Burada sözü geçen “varil bombaları”, Kimyasal Silahları Yasaklama Sözleşmesi’nde kapsanmamıştır ve Suriye uçakları tarafından sık sık kullanılmaktadır.  Beyaz Saray sözcüsü, böylece, iki devlet arasında çatışma olasılığını artırmıştır. 

Batılı müttefikler G7 toplantısında ABD’nin Şayrat’a dönük operasyonuna tam destek verdi; Esad’a arka çıkması nedeniyle Rusya’yı suçladı. Ancak ABD’nin, Rusya’ya ek yaptırımlar uygulama önerisi onaylanmadı. 

ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson Moskova’ya gitti. Lavrov’la üç, Putin’le iki saat görüştü. Bazı yorumcular, “ya bizi, ya Esad’ı tercih edin” ültimatomundan söz etmekteydi. Sonunda bu doğrultuda bir tırmanma gerçekleşmedi. Görüşmeleri, Lavrov, “IŞİD ile savaşmanın önceliği hususunda paralel düşünüyoruz” ifadesiyle özetledi. Tillerson ise daha olumsuz bir yorumu yeğledi:  “İki ülke arasında güven duygusu düşüktür; dünyanın önde gelen iki nükleer gücü bu tür bir ilişki içinde olamaz.” 

ABD’NİN GEÇMİŞ TERTİPLERİ 

Amerikan emperyalizminin sicilinde, “saldırma bahaneleri yaratan hayalî senaryolar imali” yer alır. Beş örnek vereceğim. 

Birincisi, Tonkin Körfezi olayıdır. Başkan Johnson, 2 Ağustos 1968’de Kuzey Vietnam deniz kuvvetlerinin USS Maddox adlı destroyere saldırdığını  ileri sürer. Karşılık olarak, ABD hava kuvvetlerine Kuzey Vietnam’a saldırı emrini verir.

Başta Hanoi olmak üzere, sivil ve askerî Kuzey Vietnam hedeflerinin beş yıl boyunca bombalanması böyle başlayacaktır. Hanoi’deki savaş müzesinin önünde, bu dönemde düşürülen bir savaş uçağı sergilenmektedir. Belki de bugünlerde “savaş lobisi”nin önde gelen temsilcisi Senatör John McCain uçağıydı. (Pilot teğmen McCain’in savaş tutsaklığı  beş buçuk yıl sürecektir.)    

Dönemin ABD Savunma Bakanı McNamara, Tonkin Körfezi’nde sözü edilen çatışmanın tamamen uydurma bir senaryo olduğunu sonraki yıllarda açıkça itiraf edecektir. 

İkinci örnek, Başkan Clinton’un Hartum  yakınlarındaki Şifa ilaç fabrikasını, “El Kaide için  kimyasal silah üretiyor” iddiasıyla bombalatmasıdır.  

İddianın tamamen gerçek-dışı olduğu kısa zamanda anlaşılacaktır. Ancak, bu operasyon, “İslamcı terör” örgütlerine karşı ABD yönetimlerinin silahlı mücadelesini başlatan ve “liberal” Clinton’u “şahin Başkanlar” mertebesine yükselten bir adım olacaktır. Clinton, bu unvanı fazlasıyla hak ettiğini, “insan hakları emperyalizmi” doktrinini Yugoslavya’nın bombalanmasına taşıtarak  gösterecektir. 

Üçüncü örnek iyi bilinir. George W. Bush’un tezgâhladığı “Saddam’ın kitle imha silahları” senaryosundan oluşur. ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Birleşmiş Milletler’de uydurma kanıtları dramatik bir üslupla sergilemesi Fransa ve Almanya’yı ikna edemedi ve müdahale kararı çıkmasını sağlayamadı. 

Amerikan kamuoyunun onayı yeterli görüldü. Düzmece senaryo, Blair’in hararetli desteğiyle Irak işgaline yol açan adımlardan biri olacaktır. İşgal sonunda kitle imha silahlarının izine dahi rastlanmadı. Powell, yıllar sonra CIA tarafından kandırıldığını; BM’deki gösterisinden utanç duyduğunu itiraf edecekti.

Dördüncü örnek, Obama’nın, Irak senaryosunun bir benzerini Libya’ya taşımasıdır. Hakkını yemeyelim; senaryo, öncelikle Dışişleri Bakanı Hillary Clinton tarafından “imal” edilmiştir ve “Kaddafi Bingazi’de sivil nüfusa katliam planlamaktadır…” iddiasından oluşmaktadır.

Bu hayalî iddia, BMGK’den “uçuşa yasak bölge” kararının çıkmasını sağladı; NATO operasyonuna yeşil ışık yaktı. Sonuç, Kaddafi’nin linç edilmesi; Libya’nın cihatçı çeteler arasında parçalanması; ABD büyükelçisinin de Bingazi’de öldürülmesidir.  

Rivayete göre Putin, TV’de Kaddafi’nin linç sahnesini gördükten sonra, ABD’nin Orta Doğu saldırganlığına Güvenlik Konseyi’nin alet olmasını önleme kararı almıştır. Bu sayede ABD Suriye’ye BM şemsiyesi altında, doğrudan müdahale edemedi. Körfez’deki müttefiklerinin katkıları ile cihatçı gruplara Ürdün ve Türkiye üzerinden silah, mühimmat, araç, savaşçı akımlarının örgütlenmesi; finansmanı ile yetindi. Esad rejimini de deviremedi. 

Beşinci örnek, ABD’nin Suriye’ye doğrudan müdahale fırsatı yaratma çabasıdır. 2013’te  bir başka “kimyasal silah saldırısı” Şam yakınlarında Guta’da gerçekleşti; en azından 281 kişinin ölümüne yol açtı.  ABD Esad rejimini, hükümet ise cihatçıları suçladı. Obama, “kırmızı çizgimiz aşılmıştır” iddiasıyla hava saldırısı kararı aldı; ancak Suriye hükümeti kapsamlı bir teftişi kabul edince uygulamayı   erteledi. 

Kimyasal Silahları Denetleme uzmanları, BM gözetiminde incelemelerini sürdürürken London Review of Books’ta Seymour Hersh, Guta’daki sarin gazı olayının cihatçı çetelerin (ve müttefiklerinin) eseri olduğunu ortaya koyan bulgularını yayımladı (Aralık 2013). Guta kıyımını Esad üzerine yıkma girişimi tutmadı. Bu vesileyle Suriye rejimi, Rusya’nın da aracılığıyla kimyasal silah stokunun tamamen yok edilmesini kabul etti. 2014 içinde bu işlem tamamlandı. Obama’nın askerî müdahale girişimi sonuçsuz kaldı. 

KİM SUÇLU? 

ABD emperyalizminin geçmiş sicili hatırlanınca, 4 Nisan’da İdlip’te gerçekleşen zehirli gaz kıyımının da bir CIA/cihatçı tertibi olabileceği kuşkusu akla geliyor. 

Ne var ki, olguları bu açıdan  değerlendirmek, olasılıkları tartışmak beni aşar. Sadece görüşleri aktarmakla yetinebilirim. 

Batı’da ve Türkiye’de büyük medya, siyasetçilerden önce “Esad’ın suçluluğu” hükmünü verdi. Sarin gazının bulunduğu bir deponun bombalanmasının fotoğraflarda ortaya çıkan sonuçlara yol açmayacağı ileri sürüldü. Bu, Suriye rejimi ile Rusya’nın ortak iddiasıydı.

Buna karşılık, ısrarcı ve muhalif bir azınlık da sessiz kalmıyor. Kimi uzmanlarla, emekli istihbaratçılarla birlikte “yargısız infaz olmaz” ilkesini savunuyor. Kimyasal depo bombalanmasının zehirlenmeye yol açabileceği ileri sürülüyor. 

İki önemli değerlendirme BM’nin kimyasal silahlar denetleme ekiplerinde görev almış iki uzmandan geliyor. 2003’e kadar Irak’ta kitle imha silahlarını arayan ekibin başında göre alan Hans Blix, Han Şeyhun faciasından sonra şunları söylüyor: “Mağdurların dehşet saçan fotoğrafları, kimin yaptığı sorusuna kanıt olamaz.” (Deutsche Welle, 7 Nisan)

Sekiz yıl Irak’ta görev yapmış bir başka “silah denetçisi” olan Scott Ritter’i de aktarayım: “Suriye’de kimyasal silahlar zaman zaman kullanıldı. İncelemeler, bazılarının Suriye hükümeti, çoğunun ise rejim-karşıtı savaşçılar, özellikle Nusra Cephesi tarafından yapıldığını ortaya koydu.” 

Ritter,  Han Şeyhun faciasının, hem Trump’ın iddia ettiği bir kimyasal saldırı ile, hem de Rusya ve Suriye rejiminin ortaya attığı “kimyasal deponun bombalanması” sonunda meydana gelebileceğini  kabul ediyor. 

Ancak, ona göre kritik soru şudur: “Güç dengesinin lehine döndüğü bir zamanda Esad, askerî önemi olmayan  bir hedefe karşı kimyasal silah kullanarak tüm kazanımlarını niçin risk etsin? Keza Rusya, Suriye hava kuvvetlerinin bu türden bir saldırısına izin vererek 2013’te Suriye’nin kimyasal silahlardan arındırılması ile kazandığı itibarı niçin harcasın?”  (Huffington Post, 9 Nisan)

Jeffrey St. Clair de benzer tespitlerden hareket ederek aynı soruyu soruyor: “Bölgedeki bütün oyuncular, Esad rejimi, El Kaide, İsrail, Kürtler, Türkler, İranlılar ve ABD kimyasal silahlara  ulaşabilirler  ve bildiğimiz kadarıyla  ABD, İsrail, isyancılar ve Esad  bunları zaman zaman kullandı. Suçlunun belirlenmesinde, İdlib olayından kimin kazançlı çıktığı, kimin zarar gördüğü  sorusu öncelik taşımaktadır.” (CounterPunch, 7 Nisan) 

“Kime yaradı?” sorusu, saldırının hemen arifesindeki siyasî ve askerî ortama bakılarak yanıtlanmalı. 

Saldırıdan dört gün önce (31 Mart’ta) Cenevre’deki Suriye Barış Görüşmeleri’nin beşinci turu tamamlanmıştı. Birleşmiş Milletler (BM) tarafından “terörist” örgütlerden biri olarak tanımlandığı için Han Şeyhun’a hâkim olan Nusra Cephesi (Tahrir el-Şam) bu görüşmelere katılmamaktadır. BM temsilcisi De Mistura, Cenevre’de “küçük, anlamlı adımlar atıldığını” ileri sürdü ve altıncı turun tarihinin yakında belirleneceğini ifade etti.  

ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson da, 30 Mart’ta, “Başkan Esad’ın uzun dönemli konumunu Suriye halkının kararlaştıracağı” açıklaması yaptı ve Trump’ın seçim kampanyasında oluşturduğu Suriye çizgisini teyit etti. 

Aynı tarihte Rusya, İran ve Türkiye’nin başlattığı, barışı hedefleyen ateşkes süreci işlemekte; Rusya ve ABD’nin Suriye’deki terör odaklarına karşı işbirliği mesafe almaktadır.

Nusra ve müttefiklerinin, ABD istihbarat örgütlerindeki, Pentagon’daki  neo-con/ derin devlet kliklerin, İsrail’in ve (Astana sürecine rağmen) AKP’nin bu gelişmelerden hoşnut olmadığı bellidir. 

Dolayısıyla, Han Şeyhun’da 27’si çocuk, 86 kişinin ölümüne yol açan kimyasal zehirlenme ister kaza eseri, ister kasten işlensin, “kime yaradı?” sorusu, bu sayılanlara bakılarak yanıtlanabilir.  

Trump ise, fırsatı kullandı. Şayrat havaalanına attığı 86 füze ile Başkanlık makamını hak ettiğini Amerikalılara gösterdi; “umumî arzu üzerine” dış siyasette saf değiştirdi; böylece de aşınmakta olan itibarını düzeltti.

Savaş atmosferinin olası gelişim doğrultusunu Rusya açısından değerlendiren; Trump’taki dönüşümü de akarak çözümleyen Alexander Dugin önemli bir yazı yayımlamış. İleride tartışmak üzere…