Savaş ve tatlı yorgunluk

Türkiye’de 2003 yılında “1 Mart tezkeresi” vesilesiyle on binlerce insan sokağa dökülmüş, örneğin Ankara’da güçlü bir gösteri yürüyüşü ve miting gerçekleştirilmişti. 

“Tezkere” ABD ordusunun Irak operasyonunda Türkiye topraklarını kullanmasını öngörüyordu; tezkere geçseydi Türkiye fiilen bu savaşın içinde yer alacaktı. 

10 yıl sonra, 2013 yılında bu kez iktidarın İstanbul Taksim‘deki bir parka ilişkin “Topçu Kışlası” niyeti Türkiye’yi yerinden oynattı. 

Ülkenin hemen hemen her ilinde toplam milyonlarca insan sokağa çıktı ve “Gezi”, “Haziran” gibi adlarla anılan kitlesel eylemlilik günleri bugün de “tazeliğini” belirli bir ölçüde koruyor: Kendisine yapılan özellikle “özeleştiri” ve “kaçırılmış fırsat” bağlamlı referanslarla ve bir de süreceğe benzeyen trajikomik davasıyla… 

Bugün ise Türkiye fiilen savaşta, şehit haberleri geliyor, başka işler oluyor ve ortalık sessiz görünüyor… 

Neden acaba? 

***

Bizce bugün Türkiye’de toplumsal muhalefet nicel anlamda 2003 ve 2013 yıllarına göre daha güçlüdür. Ne var ki o günlere göre kafası daha karışıktır ve fazlasıyla yorgun düşmüştür. 

Kafa karışıklığının ve yorgunluğun açıklanmaya muhtaç tespitler olduğunun farkındayız. 

Kafa karışıklığının birinci kaynağı, toplumsal muhalefetin hiç de küçümsenemeyecek bir kesiminin, estirilen milliyetçilik rüzgârlarının, ülkeye yönelik “dış tehdit” senaryolarının, “beka sorunu” edebiyatının, vb. utangaç sahiplenicisi olması ya da bunların etkisinde kalmasıdır. Daha açığı şu: Birileri milliyetçilik öyle değil böyle yapılır, asıl dış tehdit oradan değil buradan gelir, beka sorununun kaynağı şu değil budur demeye başlamışsa karşısındakinin paradigmasını kabul etmiş demektir. 

Geçmiş olsun…    

Kafa karışıklığı diyorsak burada ayırdına varılamayan nokta aslında çok basittir: Milliyetçiliğin nasıl yapılması gerektiği, dış tehdidin nereden geldiği ve beka sorununun üzerine nasıl gidileceği sizin de gündeminizde olan gerçekten ciddi konularsa, o zaman AKP rejimi sizin iddia ettiğiniz kadar “kötü” ya da “aymaz” değildir…  

Yok, eğer AKP rejimi iddia ettiğiniz kadar kötü ve aymazsa, o zaman az önceki üç temaya ve benzerlerine de beş paralık değer vermemeniz, bir kısmınızın milli şefinin zamanında dediği gibi “Hadi canım sen de!” demeniz gerekir… 

Kafa karışıklığının yan kaynağı ise, önüne bir harita alan herkesin dünyanın neredeyse istisnasız her yeri için jeopolitik tahliller yapabileceği bir dönemden geçiyor olmamızdır.

Örneğin bugün biraz deşseniz “Türkiye’nin kendi güvenliği açısından sınır ötesi nüfuz alanlarına sahip olmak istemesinin bir mantığı vardır” diyecek epey solcu bulursunuz.

“Elbette, ben mevcut iktidarın kendi vizyonu açısından öyle diyorum” dese bile bakmayın, aslında kendisi de öyle düşünüyordur…

Türkiye’nin “bölgesel güç” olmak için neler yapması gerektiği ta Özal zamanından beri gündemdedir. Gündemin meraklıları ve katkıcıları arasında eski ya da yeni hatırı sayılır sayıda solcunun yer aldığı unutulmamalıdır. 

***

Bir de “yorgunluk” demiştik…

Son yerel seçimlerin ardından bunun bir “tatlı yorgunluğa” döndüğünü de ekleyelim. 

“Tatlı yorgunluk” şu demektir: Toplumsal muhalefet son on yıl içinde ha o seçim ha bu referandum demiş, çoğunda düş kırıklığına uğrayıp yorgun düşmüştür; gelgelelim, son yerel yönetim seçimlerinde AKP’nin gerilemesi ve ardından gerçekten saçma sapan işler yapmaya başlaması bu yorgunluğa bir “tat”, bir “iç huzuru” da katmıştır.    

Sonuçta, bir zamanlar “Geliyoruz geleceğiz yakındır” diyebilen toplumsal muhalefette hava bugünlerde “Gidiyorlar, gidecekler yakındır”a dönmüştür…

Öyle olup olmadığını göreceğiz.

Ama yakamızı “tatlı yorgunluktan” kurtaramazsak öyle olmayacağı kesin gibidir.