Sarı Sıcak

Bu hafta iki genç yönetmenin, her ikisi de ilk film konumundaki,“sosyal içerikli” filmleri Başka Sinema zinciri üzerinden sınırlı ölçekte vizyona girdiler: Fikret Reyhan’ın yazıp yönettiği Sarı Sıcak ve Emre Yeksan’ın yeni kuşak öykücülerimizden Ahmet Büke ile ortaklaşa yazdığı senaryodan çektiği Körfez.

Bu yılki Istanbul Film Festivali’nde biraz da beklenmedik şekilde En İyi Film dahil dört ödül alarak öne çıkan ve adını duyuran Sarı Sıcak, bilahare Reyhan’a Moskova Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü getirerek Istanbul’daki başarısının pek de o kadar şaşırtıcı, en azından tesadüfi olmadığını teyit etmişti. Sarı Sıcak ismini Yaşar Kemal’in Çukurova’daki zor yaşam koşullarını anlattığı öykülerinden birinden alıyor ancak esas itibariyle özgün bir senaryoya sahip ve Yaşar Kemal göndermesinin yaratabileceği beklentilerden farklı olarak topraksız köylülerin, ırgatların değil, küçük-orta ölçekli toprak sahibi kesimin yaşamına odaklanıyor: Mersin kırsalında maddi güçlükler içindeki tarla sahibi bir ailenin genç fertlerinden biri içine girdikleri çıkmazdan kurtulma adına ürünlerini aracısız biçimde piyasaya sürmeye yeltenir. Yeni-gerçekliğe bir hayli yakın bir yönelime sahip olanSarı Sıcak perdeye getirdiği karakterlerin açmazlarını, kıstırılmışlığını aktarırken bu durumu ortaya çıkaran nesnel koşulları da belirli ölçülerde yansıtıyor; izlediğimizin yalnızca spesifik olarak sözkonusu karakterlerin öyküsü değil, bu öykünün arkaplanı üzerinden kırsal ekonomide yaşanan bir dönüşümle ilintili bir anlatı olduğunu net biçimde duyumsuyoruz. 

Ancak öte yandan kanımca filmin bir zaafı iseizleyici ile başkarakter arasında empatik bir bağ kuramaması, hatta belki de böyle bir bağ kurmakla ilgilenmemesi, oysa yeni-gerçekçilik, ruhsuzluk demek değildir; genç sinemacıların “duygu sömürüsü” yapmama kaygısıyla tam tersine duygu yoksunu bir sinemaya yönelmelerinin talihsizlik olacağına inanıyorum.

Herşey bir yana Sarı Sıcak sosyal içeriğini iyi harmanlayan bir film olmanın yanısıra konvansiyonel giriş-gelişme-sonuç şablonuna mutlak bir sadakatten cesaretle uzak durması açısından da takdire şayan bir çalışma. Anlatının kesildiği noktada bağlanmamış olması, filmin sosyal gerçeklikten konvansiyonel biçimde bir kurmaca öykü çıkarmaktan ziyade sosyal gerçeklikten bir kesit yansıtma niyetinin daha başat oluşunun tezahürü olarak kendini gösteriyor.

Körfez

Dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nin yan bölümlerinden Eleştirmenler Haftası’nda yapan ve Adana Film Festivali’nde jüri özel ödülü ile yetinen Körfez’inpotansiyel olarak sıradışı ve ilginç bir öyküye, daha doğrusu sıradışı ve ilginç bir çıkış noktasına sahip olduğu yadsınamaz: İzmir’de büyük bir deniz kazasının ardından körfezden yayılan koku gittikçe artar ve İzmir’in özellikle orta-üst sınıf sakinleri kenti terketmeye başlarlar. Ancak film bu ilginç gelişmeyi –ve akabinde onun sonuçlarını- perdeye getirinceye kadar İzmir üst-orta sınıf yaşamına içkin olarak takdim ettiği banallığı yansıtma çabasında bir hayli patinaj yapıyor, anlatıyı fazlaca sündürüyor ve sonuçta kendisini banal bir hale sokmuş oluyor. Filmin makro ölçekte bir sosyal hiciv olma niyeti gözönünde bulundurulduğunda hedef tahtasına orta sınıfı oturtması ve ütopyasını orta sınıfsız bir varoluş olarak imlemesi ise “büyük resmin” bütününü görmezden gelmiş olması sonucunu doğuruyor.